30 Ağustos zafer hikâyeleri...
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 4 Ekim 1922’de TBMM’deki konuşmada Büyük Taarruz’da topçularımızın gösterdiği başarıdan övgüyle bahseder. Mustafa Kemal Paşa, onların büyük iş yaptığını ve başarılı atışlarla düşmanı dağıttığını ifade eder.
Topçu Üsteğmen Mustafa Hulusi Efendi, bunu güzel bir örnekle şöyle anlatır:
“Bütün kuvvetlerimiz tepeye doğru hücum ediyor. Düşürülecek birkaç siper daha var. Tınaztepe'nin alçak olan tarafı yani güney kısmı elimize geçmiş bulunuyor. Şimal tarafı ise daha yüksek, orada tutunabilen bir iki siperde düşman askeri var.
“Saat tam on üç idi. Orada bulunan piyade kumandanı, ağır topçu grubu kumandanlığından şu ricada bulundu. ‘Belentepe ile Tınaztepe'yi birbirinden ayıran dar boğazın üstünde ve Tınaztepe'nin en yüksek noktasındaki siperlerde tutunan düşmana birkaç obüs mermisi savurunuz!..’ Obüs Bataryası Kumandanı Yüzbaşı Nurettin bu vazifeyi yaptı. On adet obüs mermisini eli ile koymuş gibi siperlerin tam içinde patlattı. Piyade kumandanı mukabeleden teşekkürlerini bildirdi. Bu sırada saat tam on üç otuz idi ki düşman tamamıyla Tınaztepe' den çekilip ovaya dökülmüştü. Bu haber bütün kıtaata müjdelendi.
“O an içimde duyduğum sevinç ve inşirahın şümûlünü (ferahlık içimi kapladı) izah edecek bir kelimeyi bugün dahi bulamıyorum. O gün, o saat ve dakikalardaki zaferin neşesi bende hala o günkü gibi canlı ve kudretli olarak yaşıyor. Bugün bile gönlüm o günün neşesiyle doludur.
“27 Ağustos 1922 günü saat on bir otuzda düşmanın ilk ve son müstahkem hattındaki en güçlü mukavemeti iki gün devam eden harbin neticesinde tamamen kırılmıştı. Saat on dört otuzda ağır topçu grubu iki gün muharebe ve bombardıman ettiği mevzilerinden çıkmış ve zafer yolu üzerinde yürüyüşe geçmişti.
“Artık Tınaztepe ile Belentepe arasındaki dar boğazı geçiyoruz. Düşmanın tel örgülerinden eser yok. Boğazın iki tarafındaki yamaçlar o kadar dik ve kapalı ki yüksek kısımlarını görebilmek için başınızı tamamıyla arkaya yatırmamız lazım.” (Topçu Mülazim-i Evvel Mustafa Hulusi Efendi’nin İstiklal Harbi Hatıraları, Hazırlayan: Ahmet Atalay, Çizgi Kitabevi, Konya, 2016, s. 36-37.)
ÖLDÜRDÜKTEN SONRA SÜNNETLİ OLDUĞU ANLAŞILDIMustafa Hulusi Efendi’nin, Uşak’ı geçip Eskişehir Dumlupınar’a doğru ilerlerken uğradıkları bir köyde yaşadıkları unutulacak gibi değil. O anılar ise şöyledir:
“Köyde hafif bir duraklama yaptık. Bir samanlığın önünde köylülerden birkaç kişi vardı. Merak ettim ve atımı onlara doğru sürdüm. Bana samanlık içinde bir yaralının yattığını söylediler. İçeri girdim. Genç yaşta birisi yatıyor. Sırtında bir gömlek, ayağında beyaz bir don vardı. O'nu derhal Hilal-i Ahmer Hastanesi'ne kaldırtmayı düşündüm. Gözlerini açarak beni o kadar haince baştan aşağı öyle süzdü ki, o an içimdeki merhamet ve şefkat damarlarım dondu. Geri döndüm. Köylülerle yaralıyı kendi hallerine bıraktım. Henüz yüz metre kadar yürümüştüm ki köylülerin sesini işittim. Beni geri çağırıyorlardı. Ve ‘Gel bak bu sünnetli çıktı. Bizdenmiş’ dediler. Ancak bunu, O'nu öldürüp vücut organlarını kontrol ettikten sonra söylediler.
“Öldürülen yaralıyı tekrar görmeyi lüzumsuz buldum. ‘O bizden değildir’ dedim. ‘Namert insanlar düşman askerlerinden daha hain ve alçaktır. Onun ne vicdanı vardır ne de imanı. Onu iyice gömün. Kokusu toprağın üstüne çıkmasın. Muhitinizin temiz ve saf havasını kirletmesin" diye de tavsiyede bulundum.’” (Topçu Mülazim-i Evvel Mustafa Hulusi Efendi’nin İstiklal Harbi Hatıraları, Hazırlayan: Ahmet Atalay, Çizgi Kitabevi, Konya, 2016, s. 45-46.)
İZMİR’E DOĞRU DÜŞMAN PEŞİNDE1’inci Piyade Tümeni 4. Alay 4. Bölük Komutanı Yüzbaşı Hasan Remzi Bey, Büyük Taarruz sonrası takip harekâtında yaşadıklarını şu sözle anlatır:
“Karaköy istasyonu mahşer gibi. Asker, muhacirler, eşya denkleri. Hemen mevziiye soktuğum 2 ağır, 16 hafif makineli tüfek ve 150 kadar piyade tüfeği ile birdenbire bir baskın ateşi açtım. Mesafe 1.000- 1.200 metre. Yatan, yuvarlanan, bağıran, ölen, kaçan ve kaçmaya çalışan, öyle bir manzara ki: aslan yatağına girene, yediği ekmeğe karşı nankörlük edene yakışacak bir hal.
“Yarım saat sonra aşağı indik. Köprü yakılmış, su çok. Suyun kenarındaki iki kavak ağacını kestirdim, dar bir yere attırdım ve üzerinden karşıya geçtim. Asker ve yerli Rumlardan asker, kadın, çocuk ölü ve yaralı 400’den fazla. İcap eden temizlik yapıldı. Askerimin çantalarını peksimetle, balık konservesiyle, et konservesiyle doldurttum. Yakın köy halkına muhacirlerin yatak, yorgan ve eşyasını dağıttım. Keyfiyeti tabura bildirmiştim. Bol şeker ve kavrulmuş kahve buldum. Köyden değirmen getirdiler. Kahveler pişti, yorgunluk geçti. Öğleden sonra yürüyüşe geçtik. Pazarköy, Günıüşdere, Nazifpaşa, Hasanpaşa kãmilen yakılmış. Canını kurtarabilen halk dışarıda. Fakat hepsi sevinç içinde.
“Hasanpaşa köprüsü yakılmış, kazıklar üzerine basarak geçtik. Gece olmuştu. Alayımız Hasanpaşa'da geceledi. Taburumuz İnegöl’e gitmek ve Yenişehir yolu üzerinde 3. Alay ile irtibat temin etmek vazifesini aldı. Bütün bu harekâtta tümen komutanı Abdurrahman Nafiz [Gürman] ve Alay komutanı Albay Cevat Bey’di.” (Hasan Remzi Fertan’ın Harp Hatıraları, Hazırlayan: Lokman Erdemir, Bağcılar Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 2016, s.109-110.)
ESİR SUBAYLAR ANKARA’YA NASIL GETİRİLDİMustafa Kemal Paşa’nın başyaveri Salih Bozok’un lise öğrencisi olan oğlu Cemil Bozok, anılarında Yunan esirlerinin Ankara’ya getirilişlerini şu ifadelerle anlatır:
“Ankara büyük bir bayram havasına girmiş, coşkunluk içindeydi. Birkaç gün sonra kafileler halinde Yunan esirleri gelmeye başladı. Bunlar istasyonda trenden indiriliyor dizi kolu halinde yürütülerek Büyük Millet Meclisi önünden geçirtiliyor ve Sarıkışla’da kendilerine hazırlanan çadırlara yerleştiriliyordu. Bir süre sonra da Kayseri’ye sevk ediliyorlardı. Ankara’da alıkonulanların bir kısmı o yılın kışında Ankara- Çankaya yolunun yapılışında çalıştırılmışlardır.
“Trenden indirilen Yunan esirlerinin başlarındaki kasketler hariç, üstleri oldukça perişandı. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan bu insanlar, şimdi onları idare eden kral ve hükümet adamlarının günahlarını çekiyorlardı. Sıfırı tüketmiş bir haleti ruhiye içinde yorgun ve bitkin zorlukla yürüyorlardı.
“Birkaç gün sonra idi, Ankara’da bir haber yayıldı. O gün, öğleden sonra Yunanlıların Başkomutanı General Trikopis ve yardımcısı General Dionis ve de öteki birkaç büyük rütbeli komutan getiriliyorlardı. Halk daha sabahtan sokaklara döküldü. Meclis ile istasyon yolu üzerinde yer tutmaya başladı.
"Ankara (Garnizon) Komutanı Fuat Bulca amcamız o gün Abdürrahim (Mustafa Kemal Paşa’nın manevi evladı) ile beni yanına alarak otomobili ile Etimesgut istikametine götürdü. Yunan Başkomutanı Trikopis ve maiyetindeki öbür komutanları orada bir yerde trenden indirip halka göstermeden arka yollardan Sarıkışla’ya götürecekti. Bu muhakkak ki, kendisine yukarıdan verilmiş bir emirdi.
"Esir oldukları an, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşanın huzuruna çıkarılan bu generaller onun tarafından iyi muamele görmüşler, hatta teselli bile edilmişlerdi. Bu itibarla, Ankara’da halk tarafından hakarete maruz bırakılmak istenmiyor demekti. Onları getiren tren, daha Sincan istasyonuna gelmeden durduruldu. Biz, Abdürrahim ile otomobilin yanında kaldık. Fuat Bulca yaveri ile trene çıktı, esir generalleri aşağıya indirerek kendi arabasına aldı.
"Biz de öbür arabalara binerek toz toprak içindeki yollardan kaçak gibi Sarıkışla’ya geldik. Burada esir generaller bir salona alındılar. Kendilerine çay ikram edildi. Kapı açık olduğu için yaverlik odasından onların her hareketini seyrediyorduk. Bir süre sonra esir generalleri yerleştiren ve etraflarında çok sıkı güvenlik tertibatı aldıran Fuat Bulca, bizi otomobiline alarak Çankaya’ya getirdi.
“O gün geç vakitlere kadar yollarda esir generalleri bekleyen insanlar, onların gelmediklerini görünce çok üzülmüşler ve çaresiz bir halde dağılmışlardır. Fakat ertesi günü hakikati öğrenince de kendilerine gösterilmeyişine çok kızmışlardı.” (Age, s. 296-297.)
ATATÜRK ANKARA’DACemil Bozok, karşılama törenine ise anılarında şu sözlerle yer verir:
“Müşir (mareşal) üniformasını giymiş olan Paşa, evvela vagonun penceresinde göründü, alkış ve var ol sesleri mızıkayı bastırıyor, istasyonda akisler yapıyordu. Biraz sonra Paşa trenden inerek mütebessim bir halde ön sıradakilerin ellerini sıkmaya başladı. Bu protokol işini bitirdikten sonra da askeri kıtanın önünden geçerek istasyon dışına çıktı. Biz de arkasından yürüyorduk. Daha istasyon önünde birkaç kurban kesildi.
"Paşa, yere serilmiş halılar üzerinde yavaş adımlarla yürüyor, ta Meclis önüne kadar sağlı, sollu dizilmiş halkı selamlıyordu. Bu arada durmadan kurbanlar kesiliyor, “yaşa, var ol” haykırışları, kafilenin önünde yürümekte olan dervişlerin okuduğu ilahi seslerine karışıyordu. Bir coşku ki, tasviri imkânsız. İnsan ancak böyle bir manzaranın içine karıştığı zaman, bunun anlam ve heyecanını anlayabilir... Türk Milleti o gün ne kadar sevinse yeriydi. Çünkü dört seneye yakın bir zamandır hep bugünü, zafer gününü bekliyordu.
"Kortej, Meclis’in önünde durdu. Paşa, Meclis’e girdi. Halk uzun zaman geçtiği halde Meclisin önünden ayrılmıyordu. Alkış, “Yaşa!”, “Varol!” sesleri de kesilmiyordu. Bir yandan da istasyondan beri oraya kadar gelmiş olan seymenler oyunlarına ara vermemişler, ha bire oynuyorlardı. Ankara zeybekleri olan bu seymenler, Paşa daha ilk Ankara’ya ayak bastığı gün, Dikmen sırtlarında karşılamışlardı. Yiğit Ankara efeleriydi bunlar. Nihayet, Paşa Meclis balkonuna çıktı. Vefakâr hemşehrileri Ankaralıları uzun uzun selamladı. İşte bundan sonradır ki, halk yavaş yavaş dağıldı.”
Mustafa Kemal Paşa, 4 Ekim 1922 günü Büyük Millet Meclisi’nde konuşma yaparak, büyük zaferin nasıl kazanıldığını anlattı. Konuşmasının bir yerinde şöyle diyordu:
‘Bu Anadolu zaferi, tarihte bir millet tarafından tümüyle benimsenen bir fikrin ne kadar güçlü ve dinç olduğunun en güzel örneği olarak kalacaktır.” (Age, s. 300.)
‘SAÇLARIMLA ÇİZMENİN TOZUNU SİLECEĞİM’Yüzbaşı Hasan Remzi Bey Bursa’ya girdiğinde yaşadığı bir olayı ise şöyle aktarır:
“Ben de Üsteğmen Sırrı ile beraber ata binerek Bursa’ya girdik ve Setbası Köprüsü’ne kadar süratle giderek döndük. Dönüşte Cami-i Kebir [Ulu Cami] önünde büyük bir halk kitlesi bizi durdurdu. Ağlayan, sevinen, kucaklayan. Bu arada 12-14 yaşında uzun saçlı bir kız ağlayarak ‘Amca, vaadim var; saçlarımla çízmenín tozunu síleceğim, müsaade edin.’ dedi.
Cebimden mendilimi vererek ‘Şunun ile sil de vaadín yeríne gelsin.’ dedim. Ne mümkün, hemen uzun saçını avuçları içine toplayarak çizmemi silmeye başladı.
At üzerinden eğilerek kızın yanağını okşadım ve gözlerinden akan yaşı silerek atımı mahmuzladım ve uzaklaştım. Akşam üzeri tümence Mudanya'ya doğru yola çıktık.
Filadar'da çarpışan düşman kuvvetleri de Kocaeli grubu tarafından Mudanya’ya sürülmüş ve takibe geçilmişti.” (Hasan Remzi Bey, Age, s.111-112.)
YUNAN SUBAYLARI PATAKLAYAN TÜRK ÇOCUĞU!
Cephelerde esir alınan Yunanlılar, kafileler halinde Ankara’ya getirilir. Adana Milletvekili Zamir Bey’in (Damar Arıkoğlu) anılarından Yunan esirlerinin Ankara’ya getirilişinden şöyle bahseder:
“Kafileler halinde Yunan esirleri Ankara’ya gelmeye başladı. En önemli esir kafilesini Trikopis ve yüksek rütbeli subaylar oluşturuyordu. Bunların Meclis binası önünden bir geçişleri vardı ki ömrüm oldukça bunun zevkini unutamam. Ben de Meclis’in karşısındaki Belediye Bahçesi’nden (Şehir Bahçesi) seyre dalmıştım.
Meclis’in balkonları ağzına kadar milletvekilleriyle doluydu. İkindi vakti beklenen bu kafilenin öncüleri göründü. Yavaş yavaş ilerliyorlardı. Tam Meclis’in karşısına geldikleri zaman başta Trikopis olmak üzere hepsi başlarındaki şapkaları çıkarıp Meclis’i selamladılar.
“Ağır ağır yollarına devam ettikleri bir sırada, nereden geldiğinin farkında olamadığım 15-16 yaşlarında bir çocuk birden muhafızların arasından kaydı, (istasyondan gidecekleri yere kadar sırayla süngülü muhafızlar, esirler bir tecavüze uğramasınlar diye sıralanmışlar, kimseyi bir taraftan bir tarafa geçirmiyorlardı) bu çocuğun yıldırım süratiyle muhafızların arasından kayarak ortaya atılıp elindeki sopa ile rastgele Yunan subaylarına vurması bir oldu. Bazısından kan çıkacak kadar hızlı vuruyordu. Bir taraftan ağlıyor: “Köyümüzü yakanlar; anamı, babamı, kardaşlarımı öldüren bu alçak Yunanlılar!” diyerek önüne geleni sopa ile pataklıyordu.
Tabii derhal muhafızlar çocuğu kaptıkları gibi kafilenin arasından uzaklaştırdılar. Çocuğun hıçkıra hıçkıra ağlayıp göz yaşı dökmesi ve “dünyada tek başıma kaldım” demesi hiç gözümün önünden gitmez.” (İstiklal Savaşında Ankara, Ankara Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Ankara, 2007, s. 295-296.)
Not: Burada yanlış anlaşılma var. Trikopis Ankara’ya getirilmedi. Başka bir Yunan komutanla karıştırılmış olması gerekiyor. (ED)