ATA'NIN YOLU
ATA'NIN YOLU
İçerisinden geçtiğimiz sancılı ve tarihi dönemde, hepimizin hayretle karşıladığı, kimimizin de akıl sır erdirmekte zorluk çektiği; hatta zihnimizin bir köşesinde unuttuğu gelişmeler yaşanıyor. Türkiye, bildiğimiz gibi tarihinden bu güne kadar bir sürü badire atlattı. Verdiğimiz her sınavda, düştük, yok olmanın eşiğinden döndük. ‘Yenemezler’ dediler, yendik. ‘Yok oldu’ dediler, yeniden doğduk. Dışarıdan başaramadılar, içimize girdiler, parçalamaya çalıştılar, millet olduk. Türk her zaman, Ergenekon’u hatırladı ve hatırlattı. Bakın Büyük Atatürk Nutuk’ta bu konu ile ilgili ne diyor “Efendiler, 1922 yılının Ağustosuna kadar da Batı devletleriyle olumlu anlamda ciddi ilişkiler kurulamadı. Memleketimizde bulunan düşmanları silah gücüyle çıkarmadıkça, gösterebileceğimiz milli varlık ve kudretimizi fiilen ispat etmedikçe, diplomasi alanında ümide kapılmanın doğru olmadığı yolundaki inancımız kesin ve sürekli idi. En doğru görüşün bu olduğunu, bu olacağını tabii olarak kabul etmek gerekir. Gerçekten de bugün hayat şartları içinde bir tek fert için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve kabiliyetini fiili eserlerle gösterip ispatlamadıkça kendisine değer verilmesini ve saygı gösterilmesini beklemek boşunadır. Kudret ve gereklerinin yerine getirilmesini, bütün vasıflara sahip olduğunu gösterenler isteyebilir. Efendiler, dünya imtihan meydanıdır. Türk milleti, bunca yüzyıllardan sonra yine bir imtihan, hem bu defa çetin bir imtihan karşısında bulunduruluyordu. İmtihanda başarı sağlamadan bize karşı lütufkârca davranılmasını beklemek doğru olabilir miydi? “ (s,432)
Uluslararası ilişkileri, diplomatik başarıyı belirleyen en önemli güç, o ülkenin jeopolitik durumudur. Biz her türlü kaynağımızla karşılarında kararlı bir şekilde durabiliyorsak, politika bizim çıkarımıza ilerler. Peki bugün, hali hazırda yaşanan tabloya bakıldığında bu duruşu gösterebiliyor muyuz? Bana kalırsa bir çok konuda gösteremiyoruz.
Dün yaşadıklarımız bugün hala önümüzde duruyor, sahneleniyor. Adeta tarih yeniden bizimle konuşuyor. Fransız İhtilali ve Osmanlı’nın Millet Sistemi anlayışı, son yüzyılda bir araya geldiğinde, imparatorluk sömürgeci devletler için parçalanmaya hazır bir pasta gibi görülüyordu. Devlet merkezi otoritesinin yanında, payitahtta sorunlar baş göstermişti. Bir çok konuda tanınan serbestlikler, yabancı devletlerin ülkede cirit atmasına ve parçalanma için gerekli adımları atmalarına yol açmıştı. Söylemesi garip olsa da, Osmanlı düşünüldüğündün çok daha demokratik bir ortam sunuyordu. Ve bu bizi adeta kendi memleketimizde tutsak edecekti. Çok uzak değil, Nutuk’un ilk sayfalarında bu cevapları bulmak mümkün “Kurulma yolundaki bu dernekler dışında, memleket için daha başka birtakım dernek ve kuruluşlar da ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Diyarbakır (Belge: 8,9), Bitlis, Elazığ illerinde, İstanbul’dan idare edilen Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu devletlerin amacı yabancı devletlerin himayesi altında bir Kürt devleti kurmaktı. Konya ve dolaylarında İstanbul’dan yönetilen Tealî-i İslam Cemiyeti’nin kurulmasına çalışılıyordu. Memleketin hemen her tarafında İtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet Cemiyetleri de vardı.” (s,4)
Atatürk söylevinde bunların yabancı devletlerden doğrudan destek aldıklarını anlatımları ve belgeleriyle ortaya koymuştu. Aynı şekilde, o dönemde yabancı devletlerin himayesini isteyen çok geniş bir kitle vardı. Bu kitle kongreler süresince ciddi bir sorun teşkil etti. Mustafa Kemal Atatürk, mandacılığı savunanlarla çetin bir mücadele içeresinde idi. Bunların yoğun olarak örgütlendiği yer ise İstanbul’du.
“İstanbul’da çeşitli maksatlarla gizli ve açık olmak üzere kurulmuş, parti veya dernek adı altında birtakım kuruluşlar vardı. İstanbul’da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma, çaresini Lloyd George hükümeti aracılığı ile İngiliz himayesini sağlamakta arayanlardır.
Bu zavallıların, İngiliz Devleti’nin Osmanlı Devleti’ni bir bütün olarak korumak ve himaye etmek isteğinde olup olamayacağını bir defa olsun dikkate alıp almadıkları, üzerinde düşünülmeye değer.
Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Halife-i Ruy-ı Zemin ünvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı olan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu.” (s,5)
Bu derneklerin ülke içindeki faaliyet ve amaçlarını şöyle dile getirmişti “ Bu derneğin iki yönlü ve iki ayrı niteliği vardı. Biri açık yönü ve usulüne uygun teşebbüslerle İngiliz himayesini sağlama amacına yönelmiş olan niteliği idi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl faaliyet bu gizli yönündeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilal çıkarmak, milli şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu tarafından idare edilmekte idi.”(s,5)
1927 yılından 2025 yılına baktığımızda, benzer düşüncelere sarılan, daha önce döşenmiş olan taşların üzerinden yürüyen ve ne yazık ki bunu doğru yol olarak görenler hala içimizde ve dışımızda yaşıyorlar. Peki bu dava bitecek mi? Hayır. Atatürk 1927 yılında Nutuk’u CHP 2.Büyük Kurultayı’nda okuduğunda, 2 sene önce İzmir Suikastı tertiplenmişti. Ve Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” diyerek, bu mücadelede duyduğu kararlılığı göstermiştir. Tüm saldırılara rağmen göstermiş olduğu kararlılık, azim, cesaret karanlığı yenmeyi başarmıştır. Herkesin çareyi başka bir devletin himayesinde aradığı, onları gücendirmekten korktuğu, vazgeçtiği, hatta “Osmanlı artık bitti. Mücadele etmenin bir anlamı yok. Mustafa Kemal ve arkadaşları bir avuç maceraperest.” diyenler vardı. (kimin olduğunu merak edenler Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı okuyunuz).
Peki Atatürk hangi yolu izledi?
“Efendiler bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!
Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemez.
Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliği düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!.. O halde, ya İstiklâl la ölüm! İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.” (s,9-10)
Evet, bağımsızlık mevzu bahis olduğunda, ölümü göze alanlar özgürlüğe sahip olurlar. Ölümü göze alamayanlar, esir olurlar.
Evet en önemli soru ise şu ne yapmalıyız? Ne yapmamız ve neye inanmamız gerektiği tarihimizde gizli. 1945 yılından bugüne kadar geçen süreye bakıldığında çok sıkıntılı süreçlerden geçtik. Ancak umudun ateşi en karanlık anlarda bile içimizde kor gibi yandı . İşte en zor anlarda gözlerimizde ve gür sesimizde büyüyecek güç buradan gelir.
Ozan Utku Arıcan / Tarihçi-Yazar