Nazım'dan 30 Ağustos

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER

İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR

VE

İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E

BAKAN NEFER

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,

ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,

gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,

daha yakın, daha küçük kaldığı için

ve bu vakitlerde topraktan ve

yürekten evimize, aşkımıza ve

kendimize dair sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını

seyrediyordu Kocatepe'den

dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir ve

Hıdırlık tepesi olmasa

Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek.

Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:

Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir

Akarçay Dereboğazı’ında değirmenlieri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.

Ve kocaman çiçekten eflatun

kırmızı beyaz ve sapları bir, bir

buçuk adam boyundaki haşhaşların

arasından akar.

 

Ve Afyon önünde Altıgözler

köprüsünün altından

gündoğuya dönerek ve Konya tren

hattına rastlayıp yolda

Büyükçobanlar köyünü solda ve

Kızılkilise'yi sağda bırakıp, gider.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle

ferahtılar ki şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini

bilmeden güzel, rahat günlere

inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki

mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu

gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu

Paşalar: 'Üç', dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar ince, uzun bacakları

üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi

kayarak

Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.

Saat 3.30.

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde  manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla

sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi

baktı manga efradına birer birer: Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.

Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.

Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü

İhtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu

mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için

ona 'Deli Erzurumlu' derdiler.

Yedinci Mehmet oğlu Osman'ı.

Çanakkale'de, İnönü'nde,

Sakarya'da yaralandı

ve gözünü kırpmadan daha bir

hayli yara alabilir,

yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar

bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp

birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:

tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı

için korkar.

510

Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı:

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi

göklere salıp

ve pırıltılar görüp ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes macerada, 

ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzimi Hasan'ın yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük.

Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünüve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasınıağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu:

— Saat kaç?

— Beş.

— Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için

ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu'lar baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık,

siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nureddin Eşfak baktı saatına:

— Beş otuz...

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar:

Karahisar güneyinde 50ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.

Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.

 

Esirler arasında General Trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk firenk uşağı...

 

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak'ın ayağı.Nureddin dedi ki:'Teselyalı Çoban Mihail,'

 

Nureddin dedi ki:'Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...'

 

Sonra.

 

Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürkenserseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.

Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları

her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

910

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

 

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık, havada kuş kadar çokturlar,korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar

ve kahreden yaratan ki onlardır,kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...