Ruhi Su, Cumhuriyet’in gerçek müziği

Ruhi Su  adı; hemen hemen hepimizin yaşamının bir yerlerine yerleşmiştir.

Dün gibi hatırlıyorum; 1974 yılı yaz ayları, 11 yaşındaydım ve siyah beyaz televizyonun karşısında çakılıp kalmıştım. Pırıl pırıl dalgalı saçlı, aydınlık yüzlü bir amca elindeki uzun saplı, ucu püsküllü sazına gömülmüş başka bir heyecan ve iddia ile türküler söylüyor.

“Fransız kurşunu değmez adama
Vurun Antepliler namus günüdür…”

Sazını öyle bir kavramış ki; kâh elinde mavzer olup Antep savunmasında çatışıyor, kâh Sirkeci Garı'nda türküleriyle Almanya'ya işçi yolculuyordu.

Sesiyle, tavrıyla hiçbirine benzemiyordu. Anladığım kadarıyla şehirli bir amca türküler söylüyordu. Türküler de bağlama da bize dayatılan kalıpların dışına çıkmıştı sanki. Kim bu? diye aileme sorduğumda ''aslında opera  sanatçısıdır'' yanıtını almış ve iyice allak bullak olmuştum. Opera-Bağlama ve Türküler! Nasıl yan yana gelebilirdi? Haklıydım çünkü bize dayatılan modernizmin böyle bir reçetesi yoktu. Daha bir üst sınıf, modern, çağdaş, evrensel vs. aklıma ilk gelen bunlardı. Hatta biraz da kibirli, uzak, ırak, zor anlaşılır, yukarıdan falan filan.

Aslında ben bağlamayı ve sınırlarını Ruhi Su ile tanıdım. Lise yıllarında bağlamayı elime aldığımda, “ne işin var bağlamayla” diye çevremden çok şaşıran olmuştu. Halbuki derdim bağlama, türküler değil Ruhi Su'nun yol haritasıydı ki o harita Cumhuriyet Türkiyesi'nin olması gereken haritasıydı!

Arada bir Ruhi Su'yu ilk kez dinleyip tanımak isteyen gençler soruyor:

Opera ile gelenek yan yana gelir mi?

Tabii ki gelir…

Gelirse ne olur?

Ne olacak, bu halkın binlerce yıllık kadim hikayelerinden ölümsüz eserler yaratılır… Opera, çok sesli müzik belirli bir sınıf tekelinde değil tabanda da ses bulur.
İyi de bu eserler yapılmadı mı? Meselâ ilk aklıma gelen Yunus Emre…
Doğrudur yapıldı da ortada Yunus Emre yoktu!

Peki ya Ruhi Su?

Aslında o biraz da bu dediklerimin teziydi, tıpkı Cumhuriyet'in işaret ettiği gibi…

Ruhi Su muhalifti değil mi?

Önce ''muhalif'' meselesine bir açıklık getirelim. Muhalif olmak bu ülkede yalnızca solun tekelinde bilinir ama işin ucu öyle değil. Unutma doğru ya da yanlış yaşadığımız günleri düne muhalif olanlar şekillendirdi! Biz Ruhi Su için salt muhalif değil; sorgulayıcı, farkında ve cesaretle karşı koyabilen diyelim.

Operadan niye ayrıldı?

Ayrılmadı ayırdılar… Dedin ya muhalif miydi? diye…Devleti ekmek kapısı eylemiş bir sanat politikası, muhalife tahammül edebilir mi? Sorgulayıcı olanı barındırırlar mı?

Ruhi Su sol düşüncenin insanıydı değil mi?

Doğrudur.

Peki Sol Ruhi Su'yu sever miydi?

Bu soruyu sonra yanıtlayayım çok uzun!
Anlamadığım şu; hem solun içinde ve hatta yargılanmış hem de “Çıkmış İslam bülbülleri öter Allah deyû deyû” diye Yunus'tan ilâhiler okuyor…

Neden okumasın ki?

Ruhi bey yaşadığı toplumun tüm değerlerine sahip bir münevveriydi. Kendi toplumuna, halkına hiçbir zaman inançları ya da etnik yapıları üzerinden yaklaşmadı. Kendi topraklarının hiçbir değerine küstahlık etmedi. Emperyalizmin ''Sol'' ya da ''Sağ'' maskesi altında toplumları; kılığı, kıyafeti, inançları, aidiyetleri üzerinden birbirlerine düşürmesine izin vermedi. Kurulu tezgahlara itibar etmeyecek kadar da akıllı, vicdanlı ve vatanseverdi.

Gerçekten de öyle… İlâhiler okuduğu gibi Pir Sultan'dan deyişleri, Alevi Bektaşi semahları da okumuş.

Haklısın… Çünkü o zaman ''Sol'' dediğimiz düşüncenin içine henüz daha Alevicilik ya da Kürtçülük henüz kimilerinin arka bahçesi olmamıştı. Yeni yeni kıpırdanmalar vardı ama tribünler ve şakşakçıları bu kadar aleni değildi. Biliyorsun türküleri bile mezhepsel ya da ırkçı argümanlarla böldüler hem de ''sol'' adına. Dedim ya Ruhi Bey bunların dışında ve üstündeydi. Son nefesine kadar onun ağzından ''Türkiye Halkları'' lafını duymadık, hep ''Benim Halkım'' derdi.

Neden yargılandı?

Görünen anlamda anlatacağım çok şey var ama aslında bence duymak istemedikleri türküleri söylediği için. Elindeki sazdan, dilindeki sözden korktukları için.

Neydi rahatsız eden?

Emekten, üretimden, haktan, hukuktan, eşitlikten, kardeşlikten, özgürlükten dem vurması hem sistemi hem de kuyrukçularını rahatsız etti. Ölüm dahi olsa her olumsuzluğun üzerine umutla gidiyordu, sinmiyordu ve sinmeyelim istiyordu. Şişli Meydanı'nda ölen kızlara ağıt yakarken dahi ağlamaya, sızlanmaya izin vermezdi…

Nasıl yani?

“Sabahın bir sahibi var / Sorarlar birgün sorarlar
Biter bu dertler acılar / Sararlar bir gün sararlar” diyerek…

Öldüğünde ne hissettin?

20 Eylül 1985 günü aramızdan ayrıldı. Çok korkuyorlardı sazından, sözünden ki, hastalığının tedavisi için pasaport dahi vermediler. Mezarı bile her yıl kurşunlanır, kaç kez onarıldı sayısını unuttum. O ise gülümseyerek ve onların hallerine acıyarak gitti. Acıyarak; çünkü onun meselesi onlarla değil, onların iplerini tutanlarlaydı. Öldüğü haberini aldığımda İstanbul'da bir halk eğitimde koro çalıştırıyordum, öğrencilik işte ek gelir falan. Çalışmayı o gün Ruhi Su anmasına çevirdim. Çevreden bir sürü insan geldi. İl Milli Eğitime ihbar etmişler.

Sonra

Sonrasında kovuldum… Ama yıllar sonra sazım, sözüm, bestelerim ve kitaplarımla dikildim karşılarına. İyi ki 1974 yazında televizyonda Ruhi Su'yu izlemişim…