Barış, Demokrasi, Cumhuriyet hepimizin aşina olduğu, her gün duyduğu, konuştuğu kavramlar. Kiminin sevmediği, kiminin vazgeçemediği şeyler olduğu mukakkak değişmez bir gerçeklik. Hatta öyle ki bizim ülkede yıllardan beri gelen tartışmaların ateşlenmesi bu kavramlar yüzünden. Bizde herkesin her konuda fikri olduğu gibi, ‘en çok ben bilirim’ciler, ballandıra ballandıra bunları tartışmalarda kullanırlar. Şaşırıyor muyuz? Hayır, şaşırmıyoruz...
Zaten Antik Yunan felsefecileri de, Romalılar da, Rönesans ve Aydınlanmacılar da devlet ve siyaseti tartışıyorlardı.
Koşullar meydana geldiğinde, var olan fikirler tartışılır, rüzgar nereden esiyorsa, yelken oraya çevrilirdi.
İnsanın tarihsel süreçte yaptıklarına bakarsanız, adaptasyonun ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Yaşamak ve devam etmek zorunda. Devam edip direnmenin hiç bir topluma yararı olmadı. Zamanı gelen yok oldu ve tahtını yenisine bıraktı. Tabiri caizse, değişmeyen şey değişimin kendisiydi.
Barış, insanlığın yaşamında her zaman oldu. Savaş ise onun kardeşiydi. Savaş olmadan barış, barış olmadan savaş da olmazdı. Savaş ve barış konusunda bir gün Nietzsche’nin Eco-homo kitabını okuyordum; insanların yeni savaşlar yapabilmek için barış yaptığından söz ediyordu. Ne kadar da doğru. Aradan yüzyıllar geçti ancak kan bir türlü duramadı. Barış ve savaş birbirini tamamlarken devletler durdu mu? Hayır. Dünya tarihinin kırılımlarını öğrencilerime anlatırken, Orta Çağ, Rönesans, Reform ve Aydınlanma döneminden sonra Fransız İhtilali’ne geliyoruz. Onlara dünya toplumlarını etkileyen önemli bir olay olduğundan ve eski yönetimlerin, fikirlerin yerini yenilerinin aldığından bahsediyorum. Ancak bu süreci besleyen önemli fikir adamlarından biri olan J.J. Rousessau’nun son konuşmasında, aslında bu sisteme isyan ettiği, sınırları çizmek değil, çitlerin kaldırılması gerektiğine vurgu yaptığı aklıma geliyor. Yalnız bu, müfredatımızda bahsedilen bir konu değil. Es geçiyorum... Ancak merak ederler diye Toplum Sözleşmesi’ni mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum. Nasıl olsa ileride onlar da bu konuları tartışacaklar.
Demokrasi ülkelere gelmeye başlayınca, insanlar artık boş midelerinin dolacağını, ağızlarının açlıktan kokmayacağını düşünüyordu. Etrafa, özgürlük rüzgarları yayılıyordu. Özellikle de ekonomik özgürlük. Artık liberal, yani bireyi ön plana çıkaran, milliyetçi bir dünya yükseliyordu. Bastillie’den dumanlar yükselirken ya da Lyon Nehri’nden kan nehri akarken, kimse bunun bu kadar pahalı olacağını düşünmemişti. Bacon’un dediği gibi devrim kendi çocuklarını yiyordu.
Burjuvazi, Magna Carta’dan beri almak istediği şeye kavuşmuştu. Artık söz sahibi olabilirdi. Gerçi İngiltere’de durum biraz daha farklı gerçekleşti. Bizde ise 2. Mahmud 1808 yılında Sened-i İttifak’ı yapmak zorunda kalmıştı. Bizde daha burjuva sınıfı doğmamıştı ancak ağalar vardı. Aradan geçen yıllara bakıldığında, Cumhuriyet döneminde burjuva sınıfı oluşmaya başladı. ABD ve Batı en büyük örneğimiz. Ancak biz Barış-Demokrasi-Cumhuriyet sürecini tam anlamıyla tamamlayamamıştık. Ne kadar devrimler yapılsa da, devrim, istenildiği zaman değil, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde gerçekleşen olaylar zincirinin etrafında şekillenebilirdi. Bizde ise daha farklı gerçekleşti. Biz bu süreci kısmi olarak 1950’lere doğru bazı gurupların hareketlenmesiyle yaşadık, 1960’ta yaşanan 29 Mayıs Askeri Darbesi’yle Anayasa değişti. Bir anda işçi örgütlenmeleri ortaya çıktı. Ülkede sol rüzgarlar esti, aynı diğer ülkelerde olduğu gibi. Ardından 1970’te toplumsal çatışmalar ve siyasi çalkantı dönemi yaşandı. Sonrasında ise 1980 askeri darbesiyle toplumsal çalkalanma ve sol-sağ hareketler çok sert bir şekilde bastırıldı. Ve işin garibi herkes Demokrattı, barış geliyordu, Cumhuriyet adına yapılıyordu. Stalin de aynı amaçla yapıyordu belki, despotizmin doruğa çıkarak toplumsal asimilasyonun yaşandığı dönemler. Her lider kendi toplumunu dizayn ediyordu. Ya da ABD’nin kuruluşu... Kızılderililerin yok olmasına sebep olmadı mı? Şimdi ABD ne yapıyor, barış ve Demokrasi elçiliği...
Evet bizler bu kavramları her gün konuşuyoruz. Elbette benim için ve sizin için, önemli, vazgeçilmez olabilir. Ancak gerçeklikleri irdelemeye başladığımızda, aslında hepsinin arkasındaki sebepler-sonuçlar yumağı bizi bambaşka noktalara taşıyor. Örneğin, bilimsel çalışmalarıyla dünya gündemine oturan Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülmesi. Dünya ve Türk medyası tarafından boy boy sayfalara taşınıyor. Gerçekten önemli ve erişemediğimiz bir başarı. Bir akademisyenin hayatı boyunca alacağı en önemli ödüllerden biri Nobel. Gerçekten kendisini bir Türk vatandaşı olarak tebrik eder saygılarımı sunarım.
Ancak şunu da söylemeden edemeyeceğim; Kapitalizmi ve işçi tarihini azıcık da olsa bilenler, ulusların düşüşünün sadece kurumsal anlamda yozlaşma olmadığını bilebilirler. Bunu tespit etmek için alim, muallim olmanıza gerek yok.
Elbette tembel, çalışmayan milletler, medeniyete erişebilirler mi? Asla. Ancak elmaslarıyla ünlü Afrika’nın nasıl sömürüldüğünü, Filistin’in ve Lübnan’ın nasıl bombalanarak ele geçirildiğini, ABD’nin kurulurken Amerikan halklarını nasıl yok ettiğini, Türklerin neredeyse her coğrafya da nasıl acılar çektiklerini unutacak mıyız?
Gerçekten uluslarının düşüşünü sağlayan şey sadece kendileri mi yoksa onları sömüren emperyalizm mi? Nitekim emperyalizm esasında temelinde koloniciliktir. Kapitalizmden önce de vardır. Bugün o kapitalizmi besleyen en büyük kaynaktır.
Merhaba Neo-liberalizm. Sen kendini, Demokrasi, barış ve Cumhuriyetlerle süsledin.
|
||
|