Geçen akşam alışveriş yapmak için markete gittiğimde, en ucuz olduğuna emin olduğum yerden tavuk göğsü aldım. Kasaya gidene kadar “ Nasıl olsa ucuzdur” diye düşündüğüm için kg fiyatına bakma ihtiyacı da hissetmedim. Tabi kasada ödemeyi yapınca, tavuk fiyatlarının da bir anda fırladığını öğrendim. Bir paketine 15 TL ödediğim tavuk, neredeyse 30 TL olmuş. Eve gidene kadar arabada söylendim durdum.
Doğal olarak bende alışveriş yapan sıradan bir vatandaşım. Fiyatlar yükseldiğinde ve düştüğünde sevinmem veya sinirlenmem kadar doğal bir şey yok. Eve kadar söylendik durduk. Ayıptır söylemesi tavuğu da pişirip, yedik. Benim ağzım sussa, herhalde tavuktan olacak, çeneme vurdu gecenin bir vaktinde.
“Ulen ne tavukmuş beee!”, “ Bu fiyata tavuk mu olur?”, “Bilseydim kırmızı et alırdım” diye söylenmeye başladım. Bir yandan annem söyleniyor, “Şu zamanda bunu millet nasıl alsın? Asgari ücretin hali ortadayken, ne yiyecek bu millet” derken ‘filozof’ babam, “ Peki neden ve niye böyle?” diye söze atıldı. Böylece tartışmaya yeni bir boyut kazandırdık ve bir saat boyunca Türkiye bu problemleri şu an niye yaşıyor; suç sadece bir kişiye veylabir firmaya,bir markete indirgenebilir mi, tarihsel süreçte benzer badireler ve zorluklar yaşadık mı diyerek hararetle değerlendirmeye başladık. Öyle bir manzara çıktı ki ortaya (köşemde hepsinden ayrıntısıyla bahsetsem herhalde bir hafta boyunca ayrıntılarıyla yazmam gerekirdi) ne kadar konuşsak sorunu halletmeye yetmiyordu.
Dışta ve içte kuşatılmışlığımız, bürokrasinin yetersizliği, eğitim sorunumuz, ekonomik bağımsızlık mücadelesinin getirdiği sıkıntıların yansımaları, hükümetin eksik politikaları, mücadelenin zorluğu derken halka bunun faturası ağır geliyordu. Hatta bir anda 1929 ekonomik buhran dönemi ve Türkiye’nin ekonomik bağımsızlık model arayışını düşündüğümüzde, genç cumhuriyetin ne kadar zorlandığı konusunda mutabık kalıp; devletçilik politikasının emperyalizmden sıyrılmaya ve ekonomik buhran döneminden korunmaya çalışan devletler için nasıl can simidi görevi gördüğü noktasında hem fikir olduk.
Gerçekten Türkiye’nin yerli ve milli kalkınması noktasında ne tür problemler yaşandığını düşündüğümüzde Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam kitabını okurken bahsettiği bazı şeyler beni derinden sarsmış, içten içe dertlendirmiştir. Şevket Süreyya Aydemir, Sovyet Rusya’nın 1930’lu yıllarda Türkiye’ye gönderdiği uzmanların hazırladığı Türkiye Zirai Raporu’nun Türkçeye kazandırılması için görevlendirildiğinde, raporun nasıl sümen altı edildiğini ve devletin arşivlerinde dahi bu raporun nasıl yok edildiğini anlamadığını anlatırken, Türkiye için çok büyük bir kayıp olduğunu dile getiriyordu. Çünkü, o raporda sadece tarımla ilgili değil, aynı zamanda yer altı ve yer üstü kaynakları, tarımsal üretimin nasıl geliştirilip teşkilatlanacağı profesyonel bir şekilde ortaya konuyordu.
O dönem Türkiye’yi düşündüğümüzde, köy enstitüleri esprisini anlamak aslında hiç zor değil. Ve sonrasında Türkiye’nin bu politikalardan ve kurumlardan kopuş süreci… Atatürk döneminden sonra yaşananlar ise pirede deve!
Batı’ya entegre olmuş bir ülke.! Bunca darbe, bunca kıyım, bunca milli hareket niye yaşandı diye şöyle bir düşününce, 2015 yılına kadar Türkiye neredeydi, şimdi nerede? Türkiye ne konuşuyor, nasıl konuşuyor, nerede duruyor, neyi savunuyor? Emperyalizm,Türkiye hakkında ne diyor, nasıl konuşuyor, nerede duruyor, neyi savunuyor? Eğer bu soruların cevabı birbiriyle benzeşmiyorsa, Türkiye’de ve Türk devletlerinde, Akdeniz’de ve Karadeniz’de, Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Afrika’da neler oluyor soruları daha da önem kazanıyor, başka bir cevabı olabilir mi? Bence olamaz.
Bu konuşmalar devam ederken, Osmanlı’nın başına gelenler ‘es’ geçilebilir mi? Milletle birlikte etiyle, kanıyla ülkenin içinde ve dışında verilen mücadelenin son kısmıydı Kurtuluş Savaşı. Adı üstünde, bizi boğacak elleri kırdığımız günü doğdurmayı bildi bu devlet ve millet. Ve en büyük eksik olan halka inmek, halkla birlikte bağımsızlığı kazanabilmek, egemenliği kurup koruyabilmek kaçınılmaz oldu. Yani bu savaş sadece Milli Mücadele dönemini ele alınarak bile anlaşılamayacak kadar uzun sürdü. Trablusgarp’tan başlamak üzere Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele, ayrıca Milli Mücadele’nin bir de siyasi mücadelesi olan Lozan süreci, Lozan sürecinden sonra bitap düşmüş devleti ve milleti ayağa kaldırmak için ekonomik, askeri, siyasi, sosyal ve eğitim mücadelesi…
Peki ya sonra?
Sonrasında ise, Atatürk Türkiye’sinin verdiği mücadeleyi yeniden kurmak ve yaşatığını korumak için yeniden emperyalizme karşı verilen mücadelenin günümüze kadar sürdüğünü ve süreceğini görüyoruz.
Yeter mi yetmez!
En azından coğrafi keşifler döneminden itibaren sallanan Türk ekonomisini ele alsak, Sanayi İnkılabını, Amerika’nın devlet olarak ortaya çıkışını, Avrupa’da meydana gelen ekonomik ve düşünsel süreçle birlikte burjuvazinin burgonsisleri yıkmasını, Fransız İhtilali’nden önce Amerika’nın bağımsızlık sürecini ve bunların Türkiye’ye etkisini bu zincire eklemek zorundasınız.
Yeter mi yetmez!
Bu olayların bize yansımaları, yaşananlara bakınca benzer durumların Türkiye ayakta durmaya çalıştığı sürece varlığını koruyacağı gerçeğini anlamanız gerekiyor. İçimizdeki işbirlikçilerin aslında ne kadar eskiye dayandığını ve kapitalizmin ne tür oyunları ve gücü olduğunu çözmemiz gerekiyor. Ve Türk halkının bizatihi bu etkiye doğrudan maruz kaldığını ancak düşünsel olarak ne kadar eksik olup tamamlanmaya muhtaç olduğunu(O yüzden hangi konuya değinirsek değinelim yine yolumuzun aydınlığı gerçek eğitimdir) .
Son olarak şunları söyledik, “Garibim Mustafa Kemal, o gençliğe hitabe de kendisine yakın olan dava arkadaşlarının hiç birine ülkeyi emanet etmedi, edemedi.! Umudum gençliktedir diyerek, cumhuriyeti de ülkeyi de bizlere emanet etti.!”. Dedik ki “vardır bir bildiği. Zaten o güzelim enstitüleri ondan kapattılar. Hem de en yakınları tarafından. Demek ki varmış bir bildiği...
Neydi gecenin köründe bunları bize düşündüren diye düşününce, “tavuğun bacağı da ne bacakmış kardeşim” demekten kendimizi alıkoyamadık, patlattık kahkahayı..
|
||
|