Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tam anlamıyla ülke siyasetinde merkezi bir konumda olmasının yanında, devrimsel süreçte de kilit rolde oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti hem kadrosal hem de sistemsel olarak devletin devamıydı. Bu zorunluluk hali, bir çok alanda kendini göstermiş, sistemsel ve kadrosal olmanın ötesinde, devlete tarihsel sorumluluk yüklemişti. Bu sorumluluğu gören devlet adamlarının başında gelen Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni diğer devrimlere kıyasla çok az miktarda sorunla kurmuş olsa da, Osmanlı’nın izlerini yok etmek yerine, onun bir devamı olmayı kabul etmişti. Örneğin tarih kitaplarından Osmanlı’nın ve padişahların izlerini silmedi, ancak yapılan yanlışları da gizleme yoluna gitmedi. Düyun-u Umumiye borçları reddedilmedi, tam tersine üstlenildi. Ancak yaşanan devrimlerde hiç mi aksaklıklar, eksikler, yanlışlar olmadı, elbette bu mümkün değildi. Tarihte kurulan her yönetim, kendi zamanında doğru işler yapmışsa yanlış işlerde yapmıştır. Bu noktada yaşanan süreç doğru şekilde eleştirebildiği gibi, aynı zamanda yapılan doğrular da objektif şekilde ortaya konarak, yaşandığı dönemin koşullarına göre empati kurulmalı, tarih saptırılmamalıdır.
Danton’un dediği gibi, “Devrim kendi çocuklarını yer.” gerçeği, Amerikan-Fransız-Sovyet devrimi göz önüne alındığında, Türk devrimi daha hafif atlatılmış, uzlaşı anlayışıyla açığa çıkacak olan kaos ortamı Kurtuluş sonrasına ertelenmişti. Genç Cumhuriyet kurulduktan sonra da akılcı ve pragmatist politik anlayış ve duruş gözetilmeye devam edildi. Dönem itibariyle değerlendirildiğinde, var olagelen süreçte çeşitli ideolojik yaklaşımların deneyimlenmesi beklenilen düzeyde çözüm sağlayamadı. Başarısızlıkların temelinde ise sadece devlet adamlarının seçimleri değil, dünyada yaşanan gelişmelerin de etkisi doğrudan ülkeyi etkiliyordu. Topraklarının tümünde hakimiyetini gün geçtikçe yitiren Osmanlı Devleti için Avrupalı devletler tarafından uluslararası düzende biçilen kaftan ‘hasta adam’ dı. Devlet merkezi konum itibariyle, var olan sınırların korunmasına tam anlamıyla yetemediği zaman kopuşma kendini gösteriyor, sınırlar gün geçtikçe Anadolu’ya doğru çekiliyordu.
Devlet, siyasi ve dini anlayışların getirdiği bir gerilemenin içerisinde sürüklense de, yılmadan, usanmadan çıkış yolu arıyor, Avrupa’yı yakından takip ediyor, gelişen dünyaya ayak uydurmaya çalışıyordu. Modern dünyanın değişimi karşısında, yaşanan süreci anlamlandırmaya çalışırken, aynı zamanda Sanayi İnkılabı ve toplumsal dönüşümün yarattığı yeni dünyayı nasıl yakalayacaktı? Bunu anlamalı ve çözümlemeliydi. Avrupa’ya gönderilen öğrenciler ve devlet için görevlendirilen yabancı uzmanlar, bir noktaya kadar batıcılığın ve taklitçiliğin ortaya çıkmasında etkili oldular. Elbette yeni dünya düzeninin gereksinimlerine ulaşmak için yaşanılması gereken süreçleri ne bürokrasi ne de toplum yaşamamıştı. Oysa Rönesans, Aydınlanma, Sanayi Devrimi, Amerikan Devrimi, Fransız ve Sovyet İhtilali gibi Avrupa’yı ve ABD’yi yeniden yaratan sancılı dönüşümün devrim etkisi yaratması, aynı şekilde bir zaman meselesiydi. Osmanlı ise, trene yetişmeye çalışırken, Fransız, İngiliz, Alman taklitçiliği ve hayranlığı gibi aşağılık psikolojisinin yarattığı ezilmişlik duygusuna kapılmaktaydı. Hatta bu geri kalmışlığın verdiği, içten içe hırs olarak insana kendini hissettiren duyguyu Mustafa Kemal Paşa’da yaşamıştı.
Dış devletlere her anlamda kapılarını açan Osmanlı Devleti, sömürgeci devletlerin öbeklenme, kurumsallaşma menbağı haline gelmişti. En kötüsü de devlet adamları arasında yaşanan yabancı devletlere karşı sempatizanlık hissiyatı, kullanılmaya ve yönlendirilmeye elverişli bir devlet profili çiziyordu. Hatta muhalif bir siyasi yapı olarak ortaya çıkan Jöntürkler, ülke yararına iş yapacağız derken, yabancı devletlerin etkisi altında kaldıklarının ne oranda farkındaydı?
İşin aslı, temelinde ülkenin kurtuluşunu arzulayan bu vatansever insanların milli gayeleri, Osmanlı’nın parçalanmasını önlemekti. Ayrıca devletin yeni dünyaya yetişebilmesi ve baştan aşağıya tam anlamıyla bir değişim yaşanmasa da, büyük oranda çağdaşlarına yakın Avrupalı bir devlet olabilmesini istiyorlardı.
İşte bu süreçler yaşanırken, İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık, gibi düşünler tartışıldı, ancak ülkeyi bir arada tutamadı. Elde edilen belli başlı başarıların yanında, genel itibariyle milleti ve devleti toparlamakta zorlanan bu ideolojiler içerisinde, Türk İnkılabı, şahsına münhasır bir yer edindi. Türk toplumuna ve devletine uygun, medeniyete ve çağdaş dünyaya entegre olabilen, sürekli bir dönüşüm ve gelişim içerisinde kendini yenileyen, Türk geleneklerine (an’anelerine) uygun olarak halkın omuzlarında yükselen bir devlet anlayışı benimsendi. Bu anlayış ne yazık ki, tarihsel süreç içerisinde çok kısa bir sürede ortaya konabildi ve toplumsal dönüşümün sarp ve çetin yollarında filizlenip, halkın bağrından koparak hayat bulmadı. Tamamıyla Jakoben bir tarzda gerçekleşti. Yani devrim yoluna halk zamanla dahil olacak, yeni yetişen nesiller yaşken eğilecek, devlet-halk arasındaki köprü daha sağlam kurulacaktı. Ve devrim, kimimizin pembe rüyalarında zannettiği gibi basit ve hızlıca gerçekleşemezdi. Devrim, ağır, zorlu ve çetin bir tırmanıştı. Üstelik bu tırmanış, önce yıkımı gerektiyordu.
Atatürk’ün gerçekleşmesini ümit ettiği bu devrimin daha iyi anlayabilmek için şunu çok açık bir şekilde düşünmemiz gerekli; 622 yıldır saltanat çatısı altında yaşayan, saltanatı ve hilafeti kurtarmayı Milli Mücadele döneminde bile isteyen bir millete, artık milli iradeden, cumhuriyetten bahsedebilmek, her yiğidin harcı değildir.
Tüm zorluklara ve olumsuzluklara rağmen, yıllarca cepheden cepheye koşmuş, kanından kan eksilmiş, gencecik öğrencileri savaşlarda şehit olmuş, anaları öküz-manda tepesinde cephane taşımış bu millet; Atatürk gibi ümit ve umudunu hiçbir zaman yitirmeyen, emperyalizme boyun eğmeyen, yıllarını devlete ve millete feda eden bir önder, halka sarılıp Kurtuluş Savaşı veren bir kadro ile bugünün Türkiyesi’ni yaratmayı başarmıştı. İşte Atatürk ve devrimleri, yani kemalizm anlayışı, devletin ve milletin gereksinim duyduğu ihtiyaç üzerine şekillendirildi. Savaş sonrasında ülkeyi bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti olarak Dünya’da söz sahibi yapabilmek için her alanda yenilenme gerekiyordu. Bu yenilenme ise devrimsel değişim sonucunda tam anlamıyla hedefe ulaşabilirdi. Geçmişten dersler çıkartılmalıydı.
Devrimsel sürecin rotası, ilkeleri belirlenirken, adeta birbirini tamamlayan parçalar oluşturuldu. Başta söylediğim gibi, CHF, devrimlerin benimsetilmesinde aktif görev ve rol almış olsa da, Atatürk’ün ağırlığı daha fazla hissedildi. Osmanlı Devleti’nin parçalanma sürecinde yabancı devletlerin böl-parçala-yönet stratejisine karşılık ‘Milliyetçilik’ ilkesi ana gövdeyi oluşturuyorsa, diğer ilkeler onun hep tamamlayıcısı olduğu için, ideolojik yapının güçlü durmasını sağladı. Örneğin; ‘Milliyetçilik’, ırkî bakış açısıyla değil, ‘Kültür Milliyetçiliği’ çerçerçevesinde ele alındı; Cumhuriyetçilik, Laiklik, Halkçılık onu besledi. ‘Laiklik’ ilkesi, kapsayıcılık bakımından sadece din ve vicdan özgürlüğü olmayıp, aynı zamanda devlet kurumlarının halka karşı eşit şekilde yaklaşmasının önünü açarak toplumsal sınıflaşmanın ve buna bağlı kutuplaşmanın önüne geçmiştir. Geleneksel toplum yapısını ortadan kaldırmış, dinin tüm hurafelerden temizlenmesini amaçlayarak, inanan ve yaratıcı arasındaki ilişkinin hiç kimseye muhtaç olmadan var olmasını sağlamıştır.
Devletçilik ise esasında üretim devrimi ve ekonomik bağımsızlığın gerçekleşerek, adeta lokomotif görevi gören üretici sınıfın yaratılmasını amaçlamıştır. Böylece elbirliğiyle ülkenin kalkınması ve güçlenmesi için devlet eliyle yatırım yapılacak, ferdi zenginlik reddedilmese de, halkın ayrışmasının önüne geçilerek, sosyal devletçilik anlayışına da riayet edilecekti. ‘İnkılapçılık’ ise ‘Laiklik’ gibi en kapsayıcı çerçevre olarak, kemalizmin ana dinamosu olarak görev aldı. O olmadan gelişim, dönüşüm olamayacağı için, geriye kalan tüm ilkeler tarihin tozlu sayfalarda sadece bir çizgi olarak kalırdı.
Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar Türkler ( ortak tarihe sahip, farklı kültürleri olsa da birbirine saygısı olan, aynı toprak parçası üzerinde yaşayıp bir ve beraber hareket eden millet) sürekli bir arayış içerisinde olmuş, tam anlamıyla rotasını modern ve medeni dünyanın kabul ettiği değerler noktasında bulmayı başarmış; bağımsızlığına, beraberliğine gölge düşürecek olan ne varsa karşı koyabilmek için temel argümanlarını yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Bânisi Mustafa Kemal Atatürk, devrim yolunda, hep milleti ve devleti düşündü. Milletin bağımsızlığını, birlik ve beraberliğini, varlığını korumak için hayatını bu ülkeye armağan etti. O, Osmanlı’nın yetiştirdiği, faziletleriyle millete ve dünyaya örnek olan, hepimize ışık olan bir önderdi. Ne diyordu Sivas’ta Hikmet’e, ‘Ya İstiklâl Ya Ölüm’.
|
||
|