Bu yıkımda, ölümlerde, felakette suçlu kim? “Herkes”. “Kültürümüz”. Yıllara yayılmış rüşvet, köşeyi dönme, görmezden gelme, torpil, kopya, dost, arkadaş kayırma, halının altına süpürme… Kültürümüzde bunları değiştirmeden ne yazarsak yazalım, hiçbir şey değişmez.
On beş yıl Türkiye’de, büyük bir kentin büyük ve itibarlı olmakla öğünen bir devlet üniversitesinde bir mühendis olarak mühendislere Profesyonel Etik dersi verdim. Arada iki yıl, 1999 depreminden sonra o üniversitenin ABD’de eğitim görmüş olan başarılı rektör yardımcısı ve aynı zamanda mimarlık fakültesi dekanı benden mimarlık fakültesinde her dönem olmak üzere “Yapılı Çevrede Profesyonel Etik” isimli bir seçmeli dersi, bu depremlerden dolayı vermemi istedi. Kabul ettim, dersin içeriğini birlikte tasarladık.
Birinci dönem 25 olan öğrenci sayım öğrenciler dersimi ve beni tanıyınca ikinci dönem 55 oldu. Demek ki bu üniversitenin mimarlık öğrencileri bu dersi çok yararlı bulmuştu. Ertesi dönem öğrenci sayım birden 10’a düştü. Öğrenciler kapıma yığıldı, “Hocam dersinizi seçmek istiyoruz ama seçemiyoruz, kota koymuşlar, sizin dersinizde birikme olunca diğer seçmeli derslere öğrenci kalmıyormuş, o dersler kapanıyormuş, bizi engelliyorlar” dediler. Dekanımıza gittik, karar bölüm başkanından gelmiş, onu kırmamaya çalışarak yalvar yakar kotayı o dönem 25’e yükseltebildik!
İkinci yılımın sonunda dekanımız özel nedenleriyle başka bir ilimize taşındı ve birden benim dersim toptan iptal edildi! Yine öğrenciler kapıma yığıldı, açıklamaları bölüm başkanının böyle bireysel bir karar alıp, piyasada çalışan eşine bir ders açıp benim dersimi kapamış olduğuydu. Bunu öğrencilerden duyuyordum! Bu, gençlere nasıl bir öğretiydi, nasıl bir örnekti, etik açıdan?
Yeni dekan ise olaya profesyonel bakıp, öğrencileri ve deprem kuşağındaki ülkemizde böyle bir dersin önemini değil, bölüm başkanı ile ilişkisini, huzurunu ön plana koyup dersi kapamıştı, konuyu halının altına süpürmüştü. Cesaret gösterip o bölüm başkanını eğitimsel doğrular hakkında ikna etmeye çalışmamıştı. Öğrencilerin gözü önünde cereyan eden bu olay öğrencilere nasıl bir mesaj vermişti? Nasıl bir örnek oluşturmuştu? Profesör ünvanlı hocalar bunları yaparsa genç öğrenci mezun olduğunda ne yapar? Ülkemiz bu örneklerle dolu…
Ülkemizde bu kafa, bu bireysel küçük hesaplar olduğu sürece insanlarımız binlerle ölür. Biz mimarlarımızı, mühendislerimizi etik, ahlak, duruş hakkında üniversitelerimizde bile küçük hesaplardan dolayı eğitemedikçe, doğru örnek olamadıkça, öğrenciler hocalarının bu küçük hesaplarına şahit olunca onlar eksik betona, demire, işçiliğe, maaşlarını, işlerini kaybetmemek için imza da atarlar, rüşvet de alırlar. Balık baştan kokar…
Eğitimle ilgili başka bir anım: Yıl 1978, üniversite birinci sınıftayım, İngiltere’de, haziran ayı, her biri 3 saatlik, yılı bitirme sınavlarındayız, 9 sınav 5 günde... Bir spor salonuna 300 kadar mühendislik öğrencisi doldurmuşlar, başımızda 3 hoca, ilk sınavdan itibaren gazetelerini açıp okumaya başladılar. Dolaşan hoca, asistan yok, gözleyen yok, kopya çeken, birbirinin kâğıdına bakan, fısıldaşan öğrenci de yok. Hepsi gömülmüş, problemleri kendileri çözüyorlar. 1 kişi kopya çekmedi. En yakın arkadaşım da Türkiye’de, iyi bir tıp fakültesinde, mektuplaşıyoruz, her sınavda, vizede asistanların onlara nasıl kopya verdiğini ballandırarak yazıyor mektuplarında…
Sınavdan çıktık, arkadaşlarıma “Neden kimse kopya çekmedi” diye sordum. Bana çok ayıp bir şey sormuşum gibi baktılar. Utandım sorumdan. “Biz buraya öğrenmeye geldik, iyi mühendis olmaya geldik. Hem cezası çok ağır. Kopya çekerken yakalanırsak atılırız ve başka bir üniversiteye giremeyiz” dediler. 18 yaşındaydık ve bu bana bir hayat dersi oldu. Şimdi hastalanınca o kopya çeken doktorlara emanetiz ülkemizde…
Kısacası, kültür ve eğitim devrimi gerekiyor bize. Eğitimde ahlakı, doğru duruşu öğretirken yasaların, cezaların da anlamlı ve caydırıcı olması ile Batı bu günlere gelmiş. Yozluğu ceza ve kontrol ile durdururken diğer yandan halkına eğitimle doğruları öğretmiş. Bizde ise önce eğitim kırpılmaya başlandı, eğitimciler saygınlığını yitirdi, 1970 yıllardan başlayarak, sonra Özal “Benim memurum işini bilir” dedi, yozluk kabul gördü…
|
||
|