FAZIL DUYGUN
Bu yazının ana fikrini 2001 krizi üzerine yazdığım bir yazıda dile getirmiştim. Yazı bir yönüyle o dönem Batıcı kadroların elinde bir esir hâline düşürülmüş olan Türkiye’nin hâlini yansıtırken, diğer yönüyle millici kadroların etkisini artırmasıyla yapılanları göz önüne getirmekte ve bir kıyaslama yapma imkânı sunmaktadır.
Türkiye’de ön plandaki büyük sanayicilerin çoğu, dün, Batılı firmaların günü geçmiş adî mamullerini parçalar halinde yurda getirip montaj yaparak halka fahiş fiyatla satarken bugün Batılı firmaların fason imalatçılığına soyunmuş durumdadır. (5 yıl kadar önce Renault’un Türkiye’deki fabrikasını yöneten üst düzey bir yöneticiye, Milliyet’ten Neşe Düzel şöyle bir soru yöneltmişti: “Renault 12 TL/TM marka -kısa ve station-wagon tipleri bulunan meşhur Renault’larımız- otomobilleri ülkenizde 25 yıldır -1995 yılı itibarıyla- üretmiyorsunuz, oysa Türkiye’de hep bu eski modeller üzerine çalışıyorsunuz, daha ne kadar devam edeceksiniz?” diye sorunca, Fransız yetkili: “İyi ama siz bu modelleri çok seviyorsunuz!” şeklinde bir yanıt vermişti. 30 yılda sadece tamponu, tenekeden plastik maddeye çevrilen bu modeller üzerinde başka bir değişiklik yapılmadı. Ancak 2000 yılında üretimden kaldırıldı.)
Yani onların verdikleri siparişleri, onların markasını basarak üretim yapan basit ‘aracı atölyeler’ hâlindeler... Adına fabrika denen bu büyük atölyelerin çoğu yine bankaların patronlarına aittir. Kendilerine sanayici denilen bu patronlar, gelirlerinin çoğunu üretimden değil de, üretim dışı gelirlerden, faiz, hazine bonosu, tahvil vs.’den kazanmaktadırlar.
Türkiye’nin montajını yaptığı mamuller için Batı’dan yaptığı ithalat bedelleri nedense kamuoyuna açıklanmaz bir türlü. Çünkü bir milyon dolarlık bir mamulü montaj yapıp ihraç etmek için ortalama 7 milyon dolarlık bir ithalat yapmak gerekmektedir. Nitekim, 25 Şubat 2001 tarihli Yeni Şafak gazetesinin ekonomi sayfasında, devalüasyon üzerinde bir değerlendirme yapan ve devalüasyonun iddia edildiği gibi her zaman bir ihracat patlamasına yol açmayacağını belirten iktisatçı Mustafa Özel, Türkiye’deki büyük sınaî(!) kuruluşlarını bakın nasıl değerlendiriyor:
‘BÜYÜK SANAYİ ŞİRKETLERİ DÖVİZ YUTAN KARA DELİKTİR’
"Türk sanayileşmesi teknolojisiz bir sanayileşmedir. Teknolojisiz sanayi, küresel pazara rekabetçi fiyat ve kaliteyle mal sunamadığından döviz üretmez, tam aksine tüketir. İstanbul Sanayi Odası 20 yıldan beri hazırlamakta olduğu 500 Büyük Şirket raporunda satıştan ihracata kadar bütün rakamları vermekte, fakat ithalat rakamlarını es geçmektedir. Çünkü kazara ithalat rakamlarını verecek olursa, takke düşecek, kel görünecektir.
Yılda 30-40 milyon dolar ihracat yapan sözde küresel şirketlerimizin, ithalatları 250-300 milyon dolara varmaktadır. Başka bir deyişle, girdileri içinde ithalatın payı yüzde 40-50, satışların içinde ihracatın payı ise yüzde 5-10 arasındadır.”
Geçen yıl Tofaş ihracat rekoru kırmıştı ya! Aslında bu kırılan rekor, ithalatı göklere çıkartan, bir ihracat furyasıdır. Bu mekanizma, Türkiye’nin tek kolu olarak belirtilen tekstilde de aynen bu şekildedir. Milyarlarca dolarlık Tekstil makinalarının alımı bir yana, imalat için bile çok miktarda ara mal ve hammadde ithal etmek zorundadır Türkiye!.. Sattığı tekstil mamulünde millî olan tek şey ise, o mamulü “iplikle dikmektir”.
Türkiye, son 20 yılda kendi yerli ve milli elektrikli aracı TOGG’u, milli elektrikli yüksek hızlı trenlerinin, tankını, zırhlı kara araçlarını vs. üretir durumdadır. Afrika kıta çapında zırhlı aracını Türkiye’den almaya başladı. Bugün Türkiye, dışarıya, yılda en 100-150 milyar dolar makine ve teknolojik ürünü satar hâle geldi.
Sınaî alt yapının, Anadolu toplumunun gerçeklerine ve topraklarımızın topoğrafyasına göre yeni baştan ve gerçekçi bir şekilde inşâ edilmesi gerekmektedir. Meselâ, demir-çelik sanayiinde, üretimin ana esasları, imalat sanayiini destekleyecek şekilde yassı mamul ağırlıklı olması gerekirken, Türkiye’de maalesef, pik demir (inşaat demiri) ağırlıklı bir çökertme politikası benimsenmiştir.
Böyle bir durumda, ülkenin yassı demir ihtiyacı için her yıl birkaç milyar dolarlık ithalat yapılmak zorunda kalınırken, gereksiz yere çok fazla üretilen pik demirin ne yapılacağı sorusu gündemi yıllarca meşgul etmiştir. Pik demir üreten İskenderun Demir-Çelik Fabrikası yıllarca, kapasitesinin altında üretim yapmış, ve eski ithal teknoloji ile kurulduğu için her yıl yüzlerce trilyon lira zarar etmiştir. Dolayısıyla bu fabrika, kuruluşundan günümüze kadar ân be ân hep bir kambur olmuştur.
Bizim ihtiyacımıza göre üretim ve tüketim noktaları göz önüne alınmadan yapılan her fabrika, fabrika mezarlığının yolunu tutacak olan birer cesettir. Her alanda, hangi teknolojiye gerek duyulduğu tespit edilmeli ve kendi dünya görüşümüze bağlı öz teknolojimizi üretmenin yolunu bulmalıyız. Dünya görüşü olmayanın teknolojisi de olmaz, ancak başkasının teknolojisini onun izin verdiği ölçüde kullanırsınız.
Örnek mi? Yine Renault’dan. Bildiğiniz gibi OYAK’la ortak olarak kurulan ve Bursa’da bulunan Renault fabrikasının, montajını yaptığı otomobillerin servisi için, OYAK’ın tek başına kurduğu bir servis şirketi vardır, adı Renault Mais. Bu şirket çok iyi kâr elde etmektedir ve bu Fransızların gözünden kaçmamıştır.
Ana firma ve dolayısıyla teknoloji üreticisi durumundaki Fransız firması yetkilileri, generallerin idaresinde bulunan Mais firmasına 50 ortaklık teklif ederler. O zamanki NATOTürkçü Generaller kabul etmezler tabiî, çünkü kâr büyüktür. Sen misin öyle diyen? Fransa’dan cevap gecikmez, teknoloji vermiyorum, haydi bakalım bir tane bile otomobil montajını yap da görelim!
Yıl 1991 Aralık ayının 15’i; eğer, on beş gün içerisinde Fransız firması teknoloji transferine izin vermezse fason imalat yapan büyük atölye kapanacak ve dolayısıyla generallerin de tatlı kârları yok olacaktır. Dönemin gazetelerine bakarsanız hadiseyi çok iyi hatırlayabilirsiniz.
Sonra ne mi olur? NATOTürkçü generaller şirketin yaklaşık 70’ini Fransız dostlarına hediye etmek zorunda kalırlar. İşte bu sebeple, böyle Batıcı generaller, iş Fransızlara karşı direnmeye gelince, boyunları kıldan incedir. Ufacık bir ambargoyu bile yerine getiremezler, bırakın getirmeyi, ambargoya karşı Fransız dostlarıyla beraber cansiperâne bir şekilde mücadele dahi vermektedirler.
Yani, vatanın bölünmez bütünlüğü(!) Paris’ten gelen bir talimatla – sözde Ermeni soykırımı kanunu meselesinde olduğu gibi- işlemez olmuştur artık. O yıllarda, Fransa’ya böyle teslim olan OYAK, bugün, dünyada en zor işlerden biri olan denizaltı çeliği üretebilecek, teknolojik donanıma sahip bir şirkete dönüşmüştür.
Kısaca, ideolojisi olmayanın, teknolojisi, hattâ hiçbir şeyi olmaz. Çünkü, ideoloji, siyasî iktidarı; siyasî iktidar, tam bağımsızlığı; tam bağımsızlık yepyeni bir devleti-nizâmı; yeni nizâm kendine ait bir hayat tarzını; kendine ait bir hayat tarzı da kendi iktisad anlayışını, kendi kontrolündeki öz teknolojini vs. getirir...
Teknoloji sahibi Kanada, 1995’te, ortaklaşa ürettiğimiz uydumuzdaki Türk Telekom’un santral arızalarını, bir saat içerisinde taa 20 bin km öteden bir bilgisayar tuşuyla bozup tekrar çalıştırmasıyla, sizi tuşa getirir.
Bugünse, yazılımlarıyla, süper teknolojik üretim hatlarıyla, hem Bayraktar ve hem de TUSAŞ ve Türk Uzay Sanayi olarak, artık kendi uydularımızı kendimiz yapabildiğimiz gibi, neredeyse, uzaya fırlatma roketlerini de kendimiz yapmak üzereyiz.
Oysa, daha 1998’de, ASELSAN muhteşem bir cep telefonu üretmiş ve hatta bu telefon, dinlenemediği için devletin önemli birimlerinde kullanılmaya başlanmış fakat bürokrasideki Batıcı yapılanmalar tarafından seri üretimi engellenmiştir.
1974’deki Kıbrıs Harekâtı üzerine, telsiz üretmek için kurulmuş olan ASELSAN, son 23 yılda gerçekleştirdiği atılımlarla, dünyadaki en büyük 100 savunma şirketi arasında yer edinmektedir. Yine Bayraktar ve TUSAŞ da, bu ilk 100 şirket arasındadır.
F-35 KÖLELİK, HÜRJET VE KAAN HÜRRİYETTİR
1995 yılı 21 Haziran’ında Türkiye gazetesinde yayımlanan Devlet Planlama Teşkilatı raporuna göre; yurt dışından alınan veya içeride montajı yapılan savaş uçakları (F-16’lar gibi), savaş gemileri, her türlü savaş vasıtalarının bilinmeyen bazı noktalarına, onları kontrol edebilecek ve teknoloji üreten devletin izni dışında kullanılmasını, uzaktan ve hiç fark ettirmeden engelleyecek bazı mekanizmaların yerleştirildiği ve daha da kötüsü bu mekanizmaların yerinin belirlenemediği gibi ancak bir savaş sırasında ve teknoloji sahibi devletin engellemesiyle karşılaşıldığında ortaya çıkacağı ve savaş ânına kadar hiçbir tedbir alınamayacağı belirtiliyor ve şöyle deniyordu:
“Dostlarımızın bize imal izni verdikleri bu savaş vasıtaları bizim için birer tabuttan başka bir şey değildir.”
Nitekim buna müşahhas bir örnek verecek olursak, bu raporun yayınlanmasından 13 gün önce (8 Haziran 1995), o zaman yayınlanmakta olan Yeni Yüzyıl gazetesinde, ilginç bir haber vardı. Haberde, İtalya’daki NATO üssünde, Bosna’daki Sırp hedeflerini gözetlemekle görevli Türk subaylarının kullandığı ve İsrail’in elektronik donanımını yaptığı TC montajlı F-16 uçaklarından bir tanesi, dost uçakları düşman olarak gösteriyor, savaş mekanizmaları kendiliğinden çalışıyor ve uçak adeta uzaktan istenildiği gibi kontrol ediliyordu.
Dünyada yalnızca ABD ve İsrail tarafından kullanılan üstün elektronik hava savunma sisteminin (ALQ), Türkiye’de, bir ABD firması olan LORAL tarafından, Türkiye’deki ortağı KAVALA ile birlikte ortak imalatı daha doğrusu montajı yapılıyordu. Uçağı kullanmakta olan pilot binbaşı ve pilot yüzbaşı arızayı tespit etmişler, taltif edilmeyi beklerken, haklarında soruşturma açılmıştı. Yani, ABD işbirlikçisi Kavala, ABD’nin emrinde, F-16 savaş uçaklarının kontrolümüz altında olmasını engellemeye çalışıyordu.
Yine o yıllarda, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından DPT’ye yaptırılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de montajı yapılmakta olan F-16 savaş uçaklarının her birinin Türkiye’ye kaça mâl olduğu tam olarak hesaplanamıyordu. Rapora göre, montajı Ankara’da yapılan uçağın önemli donanımlarının montajı esnâsında hiçbir Türk subay ve teknisyen bu bölüme alınmıyor ve uçağa nelerin takıldığı ve kaça mâl olduğu tespit edilemiyordu. (Bu rapor 1994 yılında gazetelerde yayınlandı.)
Oysa, bugün, bağımsız projelerle, F16’ları, ABD’nin kontrolünden çıkartıp, tamamen kendi kontrolümüzde ve kendi yerli ve milli füzelerimizle, kendi AESA radarımızla uçurmaya başlamış durumdayız. Biz şayet, Havacılık sahasında, kendi milli ve yerli uçaklarımızı yapmak ve uçurmak kararında olmasaydık, tamamen ABD ve NATO’nun esiri konumunda olacaktık.
Çünkü herkes biliyor ki, hiçbir NATO ülkesi, elindeki F-35’leri ABD’li şirket Lockheed Martin’den şifre gelmeden uçuramıyor! İnsansız HAVA araçlarında, ise, 2009’larda, İsrail’den kiralanan uçakların başımıza nasıl bir bela olduğunu, bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan defalarca açıkladı. Hemen arızalanır, yedek parçası gelmez, görüntüler, önce MOSSAD ve CIA’ya ulaşır ve onların kestiği şekliyle önümüze gelir, bakımı yapılamaz vs. vs.
Oysa bugün, BAYRAKTAR başta olmak üzere, TUSAŞ’ın SİHA’ları ve insansız jet uçaklarıyla, dünya hava saldırı ve savunma stratejilerini değiştirmiş bir ülkeyiz. Türkiye, ASELSAN’da çalışırken, FETÖ tarafından katledilen gencecik mühendislerini bedel olarak ödedi ama bugün, kendi uçak gemisini, kendi 5. Nesil savaş uçağını yapmaya başlayan bir ülke hâline geldi.
Teknoloji; üretildiği ülkelerin -Batı’nın- medeniyet ve kültür ürünüdür ve aracıdır. Teknoloji girdiği yere Batı kültürünü götürür.
Şimdi ise, Başta Çin olmak üzere, Türkiye dahil bir çok ülke, kendi milli yazılımlarıyla, kendi teknolojik ürünlerini üretmeye başlamıştır, bu da Batı’nın hegemonyasını kırmıştır.
Türkiye, son dönemde teknoloji üretiminde “Bağımsızlığı” savunan yerli ve milli düşüncedeki kadroların hak ettikleri yerlere gelmesiyle beraber, kollarına sarılmış bir çok zinciri kırmaya başlamıştır. Şimdi, sıradaki beklentimiz, kollarımızı bağlayan ekonomik zincirlerin kırılmasındadır.
Yorumunuz gönderildi.
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye bildirilmiştir. Uygun görüldüğünde sitede yayınlanacaktır.
|
||
|
||
|