Ozan Utku Arıcan yazdı...
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden bu güne kadar, siyasi ve sosyal yaşamı sürekli değişen ve etkilere çok fazla maruz kalan bir ülke oldu. Bu etki sadece siyaset ve sosyal alanda yaşanmasının yanında, kültürel hayatta da etkisini sürdürdü. Öyle ki hala bu sorunları yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz düşüncesindeyim.
Şunu söylesek hiç de abartı olmaz, “Türkiye, siyaset ve sosyolojik açıdan bir laboratuvardır”. Birçok etnik gurubu barındırdığı için, adeta kültürel mozaik gibidir. Her coğrafya da, daha bilmediğiniz ve görmediğiniz zenginliklerle karşılaşabilirsiniz. Aynı şekilde siyasi yaşama baktığınızda, bu zenginliği görebilirsiniz. Özellikle Türkiye’nin büyük şehirlerinde sayıları çok fazla olmasa da sadece Türklerin çıkardığı gazeteler yoktur, aynı zamanda Osmanlı’dan kalan bir miras olan gayrimüslimler Türkiye’de hala yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Türkiye’nin her bölgesinde farklı etnik gurupların olması ve Türkiye çatısı altında bir ve beraber yüzyıllardır aynı kaderi paylaşması da buna verilebilecek en güzel örneklerden biridir.
Ancak bu birlik ve beraberliği bozan en önemli olay ne yazık ki Fransız İhtilali oldu. Bu zenginlik, Avrupa ya da daha sonraki süreçte ABD için bölünebilecek en güzel bölgelerden birini teşkil ediyordu. Ne kadar etnik gurup varsa, hepsine temas edilebilir, böylece ülke bir şekilde karıştırılabilirdi. Nitekim Osmanlı’dan kopan ilk bölgeler hep merkeze uzak bölgeler olmuştur. Daha sonra kalan son kara parçasının içinde sürekli iç karışıklıklar yaşanmaya başlamış, yüzyıllardır birlikte yaşayan bir millet, ayrıştırılmaya çalışılmıştır. Ne kadar uğraşılsa da, bu uzuvlar bir şekilde birlikte kalmayı başararak günümüze kadar taşındı ve umuyorum ki taşınmaya devam edecek.
Bu ayrışmanın en önemli parçalarından biri, kuşkusuz siyasettir. Hiçbir etnik fark gözetmeksizin, Türkiye ile sorunu olsun olmasın, Türk milletini bir bütünden, bir çok ayıran en önemli etmen siyasi ayrışmanın ta kendisidir. Öyle bir yansıması var ki, siyaset mevzu bahis olduğu zaman en yakın arkadaşlar, dostlar, eşler, akrabalar dahi birbirine küsebilir, bağırabilir, küfürleşebilir, kavga edebilir... Kesinlikle hiçbir sınırı olmayan, sevgi, saygı, dostluk bağlarını ortadan hiçe sayabilecek kadar taraftar olduğumuz siyasi ideolojisinden kimse ödün vermiyor.
Siyasi ideolojinin ayrışmaya yol açması bir yana, insanlar birbirlerinin kaderleriyle oynar hale gelebiliyor. Ülkemizin en önemli tabirlerinden biri toplum içinde “mimlenmek”. Mimlenmekten çok korkuyoruz,” ya başımıza bişey gelirse!” , “ ya kapımız çalınırsa!” , “ ya şunun kulağına giderse?!” diye kendimizi yiyip bitiriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’de siyaset ilk defa kirlenmiyor, insanlar ilk defa birbirinin kuyusunu kazıp, bıçağını bilemiyor. Emin olun herkesin kendine göre bir hesabı olabilir.
Siyasetin kirlenmesi, günlük hayatımızı ve özel hayatımıza kadar böylesine derinlemesine etki etmesi zaten ayrışmayı ve ilişkileri yere düşürürken, bir de çıkar ilişkileri devreye giriyor. Mevlana’nın Şems’in Yunus Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli’nin Hz. Muhammed’in Bilge Kağan’ın, Fatih Sultan Mehmet’in Mustafa Kemal Atatürk’ün ve daha adını sayamadığım bir sürü devlet adamının öğretilerinin hiçbiri örnek alınmazken, sadece çıkar ilişkilerinin gözetildiği, gözlerin kör olduğu, vicdanın sustuğu, insanlığın yerin dibine girdiği ve sadece yüzünde maskeyle gezen şarlatanların çakallık peşinde oradan oraya sürtündüğü bir dönemden geçiyoruz. Çünkü kapitalizmin, insani etkileri sıyırıp atarak yeni insanları yarattığı yüzyılların sonundayız. Ve hala da bu süreci yaşıyoruz, yaşayacağız.
Nerede, kimin yanında, ne uğruna, hangi dava için, nasıl bir konumda, kim olarak yer alacağımızı ancak biz tayin edebiliriz. Onurlu ve doğru bir mücadelenin mi peşindeyiz, yoksa her türlü yanlış işin içine girerek, piramidin en üstüne mi tırmanacağız? Ya da, hak ve hukuk ile, doğru ve gerçeğin cephesinde mi savaşacağız... Bunun daha kötüsü, doğrunun ve gerçeğin yanında olduğunu söyleyerek aslında kendini maske ve türlü rollerle gizleyen bukalemun haline gelmektir. İşte Türkiye’deki bunca zengin değere ve Dünya’nın en güzel coğrafyalarından birine sahip olmanın yanında varlığını sürekli bildiğimiz ve içimize sızarak bizi ayrıştıran en tehlikeli insan prototipi, bukalemun olarak yaşayarak, bizden biri gibi görünüp, bizden olmayanlardır. Onlar kendi içlerinde dahi tutarsız, çapsız ve her an kullanılmaya hazır halde efendilerini beklerler. Maalesef onlara sunulan şeylere boyun eğerek, bir çok şeye alet olurlar. Atatürk bu insanları sınıflarken, “gaflet, dalalet ve hıyanet” şeklinde bir sınıflama yapmış ve bize bir çok parola bırakmıştı. Aynı şekilde bu gelenek Orta Asya Türk geleneği olarak da, Türk devlet ve toplum yaşamında en önemli sınıflamalardan birini oluşturuyordu.
Bandırma’dan başlamak üzere ülkemizin her yerinde bu tip prototipleri görmek ve bulmak mümkün. Örneğin biz bunu en açık şekilde FETÖ gerçeğiyle gördük. Ki Necip Hablemitoğlu’nun ölmeden önce Ali Kırca, Türkan Saylan eşliğinde gerçekleştirdiği yayında, neler söylediğine dikkat ederseniz bu gerçeği anlamanız çok uzun sürmeyecektir (elbette diğer yayınları da okumak gerekir) .
Ülkemizde sosyolojik ve siyasi ayrımlarla başlayan süreçlerin içinde, farklı gurupları, hele ki yurtdışı kaynaklı olarak hareket edenleri gördüğümüzde niye daha fazla dikkatimizi çekiyor? En başta Milli Mücadele süreci ve öncesinde neler yaşandığını anlamadan bu soruyu yanıtlayabilmeniz mümkün değildir. Osmanlı’yı anlamadan, yaşananları bilmeden, bir şeyleri yargılamak ve anlamlandırmak çok daha kolay gözükebilir. Ancak cemaatlerin niye bu işler için kullanıldığını anlamak için Osmanlı’da Hurufilik ve Memluklerden sonra İstanbul’a yerleşen alimleri bilmek zorundasınız. Bunları anlamadan parçalanmayı niye bu noktadan başlattıkları kısmını da anlayamayız.
Mustafa Kemal Atatürk, tüm karşılaştığı ayırıcı, bölücü, milli duruşa savaş açmış olan insanları mercek altına almış önemli bir devlet adamıydı. Aynı şekilde Kuva-yı Milliye denilen halk örgütlenmesi de, devlete, millete ve hatta dinimize karşı olan her hareketin karşısındaydı. Bu hem siyasi hem de askeri boyutlu olarak düşman olan her kimse karşılığını bin misliyle buldu. Ve devlet tam anlamıyla kurulduğu zaman da gerekli önlemleri aldı ve bir dönem sonra çok farklı bir Türkiye yaratılmak istendi. Ne yazık ki bu konuda da bocalama ve yanlışlar dönemine ülke sürüklenerek, yıllarca etkisini hissettiğimiz bir yıkımın içine düşmüştük. Ancak ne kadar Türk toplumu darbeler alsa da, kan kaybetse de, her zaman gördük ki, yok edemediler ve bundan sonra da yok edemeyecekler. Çünkü bizler var oldukça, bukalemunların gerçek yüzlerini bu millete gösterdikçe, kirli oyunlarını sahneleyemeyecekler. Dün olduğu gibi bugün de, sonunuz hazin bir hezimet olacaktır.
Ozan Utku Arıcan
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden bu güne kadar, siyasi ve sosyal yaşamı sürekli değişen ve etkilere çok fazla maruz kalan bir ülke oldu. Bu etki sadece siyaset ve sosyal alanda yaşanmasının yanında, kültürel hayatta da etkisini sürdürdü. Öyle ki hala bu sorunları yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz düşüncesindeyim.
Şunu söylesek hiç de abartı olmaz, “Türkiye, siyaset ve sosyolojik açıdan bir laboratuvardır”. Birçok etnik gurubu barındırdığı için, adeta kültürel mozaik gibidir. Her coğrafya da, daha bilmediğiniz ve görmediğiniz zenginliklerle karşılaşabilirsiniz. Aynı şekilde siyasi yaşama baktığınızda, bu zenginliği görebilirsiniz. Özellikle Türkiye’nin büyük şehirlerinde sayıları çok fazla olmasa da sadece Türklerin çıkardığı gazeteler yoktur, aynı zamanda Osmanlı’dan kalan bir miras olan gayrimüslimler Türkiye’de hala yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Türkiye’nin her bölgesinde farklı etnik gurupların olması ve Türkiye çatısı altında bir ve beraber yüzyıllardır aynı kaderi paylaşması da buna verilebilecek en güzel örneklerden biridir.
Ancak bu birlik ve beraberliği bozan en önemli olay ne yazık ki Fransız İhtilali oldu. Bu zenginlik, Avrupa ya da daha sonraki süreçte ABD için bölünebilecek en güzel bölgelerden birini teşkil ediyordu. Ne kadar etnik gurup varsa, hepsine temas edilebilir, böylece ülke bir şekilde karıştırılabilirdi. Nitekim Osmanlı’dan kopan ilk bölgeler hep merkeze uzak bölgeler olmuştur. Daha sonra kalan son kara parçasının içinde sürekli iç karışıklıklar yaşanmaya başlamış, yüzyıllardır birlikte yaşayan bir millet, ayrıştırılmaya çalışılmıştır. Ne kadar uğraşılsa da, bu uzuvlar bir şekilde birlikte kalmayı başararak günümüze kadar taşındı ve umuyorum ki taşınmaya devam edecek.
Bu ayrışmanın en önemli parçalarından biri, kuşkusuz siyasettir. Hiçbir etnik fark gözetmeksizin, Türkiye ile sorunu olsun olmasın, Türk milletini bir bütünden, bir çok ayıran en önemli etmen siyasi ayrışmanın ta kendisidir. Öyle bir yansıması var ki, siyaset mevzu bahis olduğu zaman en yakın arkadaşlar, dostlar, eşler, akrabalar dahi birbirine küsebilir, bağırabilir, küfürleşebilir, kavga edebilir... Kesinlikle hiçbir sınırı olmayan, sevgi, saygı, dostluk bağlarını ortadan hiçe sayabilecek kadar taraftar olduğumuz siyasi ideolojisinden kimse ödün vermiyor.
Siyasi ideolojinin ayrışmaya yol açması bir yana, insanlar birbirlerinin kaderleriyle oynar hale gelebiliyor. Ülkemizin en önemli tabirlerinden biri toplum içinde “mimlenmek”. Mimlenmekten çok korkuyoruz,” ya başımıza bişey gelirse!” , “ ya kapımız çalınırsa!” , “ ya şunun kulağına giderse?!” diye kendimizi yiyip bitiriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’de siyaset ilk defa kirlenmiyor, insanlar ilk defa birbirinin kuyusunu kazıp, bıçağını bilemiyor. Emin olun herkesin kendine göre bir hesabı olabilir.
Siyasetin kirlenmesi, günlük hayatımızı ve özel hayatımıza kadar böylesine derinlemesine etki etmesi zaten ayrışmayı ve ilişkileri yere düşürürken, bir de çıkar ilişkileri devreye giriyor. Mevlana’nın Şems’in Yunus Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli’nin Hz. Muhammed’in Bilge Kağan’ın, Fatih Sultan Mehmet’in Mustafa Kemal Atatürk’ün ve daha adını sayamadığım bir sürü devlet adamının öğretilerinin hiçbiri örnek alınmazken, sadece çıkar ilişkilerinin gözetildiği, gözlerin kör olduğu, vicdanın sustuğu, insanlığın yerin dibine girdiği ve sadece yüzünde maskeyle gezen şarlatanların çakallık peşinde oradan oraya sürtündüğü bir dönemden geçiyoruz. Çünkü kapitalizmin, insani etkileri sıyırıp atarak yeni insanları yarattığı yüzyılların sonundayız. Ve hala da bu süreci yaşıyoruz, yaşayacağız.
Nerede, kimin yanında, ne uğruna, hangi dava için, nasıl bir konumda, kim olarak yer alacağımızı ancak biz tayin edebiliriz. Onurlu ve doğru bir mücadelenin mi peşindeyiz, yoksa her türlü yanlış işin içine girerek, piramidin en üstüne mi tırmanacağız? Ya da, hak ve hukuk ile, doğru ve gerçeğin cephesinde mi savaşacağız... Bunun daha kötüsü, doğrunun ve gerçeğin yanında olduğunu söyleyerek aslında kendini maske ve türlü rollerle gizleyen bukalemun haline gelmektir. İşte Türkiye’deki bunca zengin değere ve Dünya’nın en güzel coğrafyalarından birine sahip olmanın yanında varlığını sürekli bildiğimiz ve içimize sızarak bizi ayrıştıran en tehlikeli insan prototipi, bukalemun olarak yaşayarak, bizden biri gibi görünüp, bizden olmayanlardır. Onlar kendi içlerinde dahi tutarsız, çapsız ve her an kullanılmaya hazır halde efendilerini beklerler. Maalesef onlara sunulan şeylere boyun eğerek, bir çok şeye alet olurlar. Atatürk bu insanları sınıflarken, “gaflet, dalalet ve hıyanet” şeklinde bir sınıflama yapmış ve bize bir çok parola bırakmıştı. Aynı şekilde bu gelenek Orta Asya Türk geleneği olarak da, Türk devlet ve toplum yaşamında en önemli sınıflamalardan birini oluşturuyordu.
Bandırma’dan başlamak üzere ülkemizin her yerinde bu tip prototipleri görmek ve bulmak mümkün. Örneğin biz bunu en açık şekilde FETÖ gerçeğiyle gördük. Ki Necip Hablemitoğlu’nun ölmeden önce Ali Kırca, Türkan Saylan eşliğinde gerçekleştirdiği yayında, neler söylediğine dikkat ederseniz bu gerçeği anlamanız çok uzun sürmeyecektir (elbette diğer yayınları da okumak gerekir) .
Ülkemizde sosyolojik ve siyasi ayrımlarla başlayan süreçlerin içinde, farklı gurupları, hele ki yurtdışı kaynaklı olarak hareket edenleri gördüğümüzde niye daha fazla dikkatimizi çekiyor? En başta Milli Mücadele süreci ve öncesinde neler yaşandığını anlamadan bu soruyu yanıtlayabilmeniz mümkün değildir. Osmanlı’yı anlamadan, yaşananları bilmeden, bir şeyleri yargılamak ve anlamlandırmak çok daha kolay gözükebilir. Ancak cemaatlerin niye bu işler için kullanıldığını anlamak için Osmanlı’da Hurufilik ve Memluklerden sonra İstanbul’a yerleşen alimleri bilmek zorundasınız. Bunları anlamadan parçalanmayı niye bu noktadan başlattıkları kısmını da anlayamayız.
Mustafa Kemal Atatürk, tüm karşılaştığı ayırıcı, bölücü, milli duruşa savaş açmış olan insanları mercek altına almış önemli bir devlet adamıydı. Aynı şekilde Kuva-yı Milliye denilen halk örgütlenmesi de, devlete, millete ve hatta dinimize karşı olan her hareketin karşısındaydı. Bu hem siyasi hem de askeri boyutlu olarak düşman olan her kimse karşılığını bin misliyle buldu. Ve devlet tam anlamıyla kurulduğu zaman da gerekli önlemleri aldı ve bir dönem sonra çok farklı bir Türkiye yaratılmak istendi. Ne yazık ki bu konuda da bocalama ve yanlışlar dönemine ülke sürüklenerek, yıllarca etkisini hissettiğimiz bir yıkımın içine düşmüştük. Ancak ne kadar Türk toplumu darbeler alsa da, kan kaybetse de, her zaman gördük ki, yok edemediler ve bundan sonra da yok edemeyecekler. Çünkü bizler var oldukça, bukalemunların gerçek yüzlerini bu millete gösterdikçe, kirli oyunlarını sahneleyemeyecekler. Dün olduğu gibi bugün de, sonunuz hazin bir hezimet olacaktır.
Ozan Utku Arıcan