Avrupa’nın emperyalist geçmişinin sürdürülemezliği

Doğan Akdeniz

20. yüzyılın başında dünya ekonomisinin ve politikasının kalbi Avrupa’ydı. Sanayileşme, kolonyalizm ve iki dünya savaşının getirdiği büyük yıkım bile Avrupa’yı küresel iddia merkezlerinden biri olmaktan çıkaramamıştı. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken, Avrupa Birliği’nin emperyalist reflekslerini sürdürecek ne ekonomik kapasitesi ne de toplumsal meşruiyeti kaldı.

Bugün AB’nin toplam nüfusu küresel nüfusun 6’sına, GSYH’si ise satın alma gücü paritesine göre yüzde 14’üne gerilemiş durumda. Küresel ekonominin ağırlık merkezi Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kayıyor; Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya ve Türkiye gibi yükselen güçler üretim, enerji ve teknolojide Avrupa’yı geride bırakmaya başladı.

AB Komisyonu’nun savunmadan sorumlu üyelerinin sıkça dile getirdiği “stratejik özerklik” söylemi, aslında bu gerilemenin yarattığı psikolojik baskının bir tezahürü. Avrupa’nın emperyalist geçmişi, yüzyıllar boyunca Asya ve Afrika’ya hükmetmeye dayalı bir güç projeksiyonuna dayanıyordu.

Bugün bu refleks, ekonomik temelleri zayıfladığı için sürdürülemez hale geldi. 2030 projeksiyonlarında Almanya dışında hiçbir AB ülkesinin dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yer almaması, Avrupa merkezli düzenin çöküşünün habercisi niteliğinde.

İÇERİDE MİLLİYETÇİ-EMEKÇİ DALGANIN YÜKSELİŞİ

Ekonomik daralma, yüksek borç oranları, artan işsizlik ve sosyal devletin kısıtlanması, Avrupa’da geniş halk kesimlerini sistem karşıtı hareketlere yönlendiriyor. Almanya’da AfD "Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif)" Partisi’nin oy oranını yüzde 25’in üzerine çıkarması, Fransa’da Le Pen’in partisini iktidar adayına dönüştürmesi, İtalya’da Meloni’nin iktidara gelişi bu eğilimin en çarpıcı örnekleri.

Ancak, milliyetçi partilerin yükselişi sadece göçmen karşıtlığına dayanmıyor. Aynı zamanda emekçi tabanda ekonomik güvencesizlik ve toplumsal öfke de büyüyor. Fransa’da emeklilik reformuna karşı 2023’te yapılan grevler, Almanya’da ücret artışı talepleriyle başlayan kitlesel yürüyüşler ve İtalya’da genç işsizliğine karşı direniş dalgası, yeni bir sınıf temelli siyasal dalganın işaretleri.

Bu “milliyetçi-emekçi” yükseliş, Avrupa elitlerinin en büyük korkusu. Çünkü toplumsal konsensüs zayıflıyor, Avrupa kimliğinin dayanaksız olduğu anlaşılıyor. Silahlanmaya ayrılan devasa kaynaklar, emekçi sınıfların refahını daha da aşındırarak bu tepkiyi büyütüyor.

Dışarıda ABD’ye bağımlı ama ondan da kopmaya çalışan bir savunma stratejisi Avrupa Birliği’nin güvenliğinin Soğuk Savaş boyunca NATO şemsiyesine emanet edilmesi, AB’nin askeri kapasitesini bağımsız olarak inşa etmesini engelledi. Bugün, Ukrayna Savaşı ve Rusya’nın jeopolitik hamleleri, Avrupa’yı kendi savunmasını kurmaya zorluyor. Ancak veriler ortada: AB ordularında 180’den fazla farklı silah sistemi var, üretim standardizasyonu yok, komuta entegrasyonu zayıf. ABD ordusu 30 ana silah sistemi kullanırken AB’nin bu dağınık yapısı, operasyonel kabiliyetini sınırlıyor.

Diğer yandan, Trump’ın yeniden seçilmesi ve söylemleri, Avrupa’da NATO güvenliğinin sürdürülebilirliğine dair kuşkuları artırdı. Biden yönetiminin Ukrayna’ya destek politikası bile Amerikan kamuoyunda tepki toplarken, Trump’ın “NATO ülkeleri katkı paylarını artırmazsa güvenlik şemsiyesini kaldırırız” tehdidi, Avrupa başkentlerinde alarm zillerini çaldırdı.

24-25 Temmuz 2025, Lahey-Hollanda’da yapılan son NATO Zirvesi de buna paralel olarak şekillendi ve NATO ülkelerinin 2035 yılına kadar GSYH'nın yüzde 5’i oranında savunma harcaması taahhüdü, Madde 5 (ortak savunma taahhüdü) yeniden güçlü şekilde teyit edilmesi, Rusya'nın “uzun vadeli tehdit” olduğuna vurguyla Ukrayna’ya destek teyidine ilişkin sonuçlar öne çıktı.

AB, stratejik özerklik hedefine yönelirken bile ABD’den kopamıyor. Çünkü askeri kabiliyetinin yüzde 60’ı fiilen Amerikan istihbaratı ve lojistiğine bağlı durumda. Dolayısıyla “bağımsız savunma” iddiası, bugünkü koşullarda retorikten öteye geçemiyor.

SİLAHLANMANIN AVRUPA TOPLUMLARINDAKİ TOPLUMSAL MUHALEFETİ ARTIRMA RİSKİ

AB’nin 1 trilyon avroya varan yeniden silahlanma yatırımı, yalnızca mali bir mesele değil; aynı zamanda bir toplumsal meşruiyet krizi yaratma potansiyeline sahip. Bu kaynakların önemli bölümü yeni borçlanmayla ve sosyal harcamalarda kesintiyle sağlanacak. Almanya’da, Fransa’da ve İtalya’da geniş kesimlerin gelirleri zaten son 10 yılda reel olarak gerilemiş durumda. Pandemi sonrası ekonomik daralma, yüksek enflasyon ve konut krizi, halkın alım gücünü düşürmüşken, devasa savunma fonları büyük bir öfke yaratıyor.

Bu nedenle “Rusya tehdidi” söylemi, aslında toplumun itirazını bastırmak için başvurulan bir psikolojik harekât aracı niteliği taşıyor. Ancak, tarihsel deneyim gösteriyor ki böyle “ulusal güvenlik” söylemleri, ekonomik çöküşün yarattığı toplumsal tepkileri kalıcı biçimde bastıramaz. Aksine, kısa vadede konsolidasyon sağlasa da orta vadede radikal muhalefeti büyütür. Özellikle genç kuşaklar, militarist söylemlere mesafeli, sosyal haklara ve refaha öncelik veren bir eğilim taşıyor.

Avrupa’nın emperyalist geçmişinin sürdürülemezliğiyle birleşen bu toplumsal öfke, süregelen sömürü referanslı silahlanmanın bir “çözüm” değil, krizi daha da derinleştiren bir çıkmaz olduğunu kanıtlıyor.

ÇOK KUTUPLU DÜNYADA AVRUPA’NIN GELECEĞİ

Küresel güç dengeleri köklü biçimde değişiyor. Çin’in Kuşak-Yol Projesi, Asya Pasifik’teki yükselişi, Hindistan’ın ekonomik büyümesi, Rusya’nın kaynak gücü ve Türkiye gibi orta ölçekli güçlerin jeopolitik manevra alanını genişletmesi, Avrupa’nın marjinalleşme sürecini hızlandırıyor.

ABD’nin küresel liderliğinin zayıfladığı, Çin’in yeni bir ekonomik merkez oluşturduğu, Orta Doğu’da enerji güvenliğinin kırılganlaştığı bu dönemde, Avrupa Birliği tarihin en zor sınavını veriyor. Askeri kapasitesini artırmak için yüklendiği devasa borçlanma, aslında sistemin uzun vadede tıkanacağının işareti.

Çok kutuplu dünyada Avrupa, ya demokratik, sosyal ve barışçıl bir dönüşüm yolunu seçecek ya da tarihsel olarak alışkın olduğu emperyalist rekabet ve çatışma eğilimlerine geri dönecek. Her iki seçenek de toplumsal sonuçlar açısından belirleyici olacaktır.

Ancak bugünün verileri, Avrupa’nın silahlanmayla çıkış yolu bulamayacağını, aksine toplumsal çelişkilerini daha da büyüteceğini açıkça ortaya koymaktadır.