Darwin'den 500 yıl önce İbni Haldun'da evrim

Avrupa’nın bilimde ve sanatta en kısır dönemini yaşadığı 9-14. yüzyıllar, islam aleminin ‘altın çağı’ydı. Dünyanın en ileri bilim ve sanat merkezleri Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kuruluydu. İbni Sina, Farabi, İbni Rüşt, İbni Haldun (1332-1406) gibi büyük bilim ve düşün insanları o dönemde yetişti.

 

18. yüzyıldan sonra Batı’da başlayan bilimsel atılıma kaynaklık etmiş olan İslam Alimlerinden birini, onlar arasında ‘Parlayan Yıldız’ olarak anılan İbni Haldun’u okurlarımıza bir kez daha anımsatmak istiyoruz. ‘Evrim’ yasasının ders kitaplarından tamamen çıkarılmasını yeniden gündeme getiren ‘İslamcı’ çevrelerin de kulak kabartmasını dileriz. Kuşkusuz, “Evrimle, evrim konusunda çalışanlar ilgilensin” diyenlerin de.

Bilim insanları evrimi artık bir ‘teori’ değil bütün fizik bilimlerinin temel yasası olarak kabul ediyor. İbni Haldun, Mukaddime eserinde bu doğa yasasını, Darwin’den 500 yıl önce imrenilecek bir durulukla ifade ediyor.

Eser dilimize ilk kez 1954 yılında çevrildi. Büyük aydınlanmacılarımızdan Turan Dursun’un çevirisiyle Kaynak Yayınları tarafından yayımlanan Mukaddime’nin Temmuz 2015 baskısından, konuyla doğrudan ilgili birkaç paragraf aktarıyoruz. Hem İslami kaynaklara, hem Arapçaya hakim olan Dursun’un, Osmanlı Türkçesi çeviriler dahil eserin pek çok baskısını inceleyerek yaptığı, güzel Türkçesiyle su gibi akan eserinde, İbni Haldun şöyle diyor:

OLUŞLARIN OLUŞLARLA BAĞLANTISI  

“Bilmen gerekir:

“Doğru yola ulaşmak için Tanrı bizi ve seni uyarsın.

“Bu evrendeki yaratıkların tümünün bir düzen ve sağlamlık içinde olduğunu, ‘neden’lerle bunların yol açtığı şeyler arasında bir bağlantı bulunduğunu, oluşların oluşlarla bağlantısını ve kimi varlıkların kimine dönüştüğünü görüyoruz. Öylesine ki evrenin bu konudaki şaşılası durumları bitip tükenmez. Derinliklerinin dibi bulunmaz...”

Bu alandaki incelemeye cisimler dünyasından başladığını belirterek devam ediyor İbni Haldun: “Derece derece yükselerek ‘toprak’tan ‘su’ya, sonra ‘hava’ya, sonra ‘ateş’e, birbirine bağlı olarak nasıl bir dönüşüm ve oluşum olduğunu, her öğenin bir ötekine yukarı ve aşağı yönde dönüşme içeriği olduğunu anlatarak.”

Bu dönüşmenin beş duyu alanına girmediğini, “yalnızca devinimlerin” duyulabileceğini ifade eden İbni Haldun şöyle sürdürüyor: “Sonra ‘yaratış (tekvin) dünyası’na (varlıklar dünyası) bir iyice bak: ‘Maden’lerden başlayıp sonra ‘bitkiler’ daha sonra da ‘hayvanlar’ biçiminde basamak basamak şaşılası bir oluşum içine nasıl girdiğine bak! ‘Madenler’ kesiminin sonu, ‘bitkiler’ kesiminin başlangıcına eşittir. Örnek: kuru ve tohumsuz bitkiler. ‘Bitkiler’ kesiminin en son gelişme basamağında olanları, hayvanlar kesiminin ilkel olanlarına yakındır. Bitkilerin ileri derecede gelişmişlerine örnek: Salyangoz, midye, istiridye. Bu hayvanlarda ‘dokunma’ duyusunun ötesinde herhangi bir duyma gücü gelişmemiştir.

“Söz konusu varlıkların birbirine yakın olmalarının anlamı odur ki varlıklar dünyasının her kesiminin en gelişmiş olanı, bir sonraki kesimin ilkel aşamasındaki biçimine dönüşme yeteneğindedir. Şaşılası bir yetenektir bu.

“Dönüşümler yoluyla ‘hayvanlar dünyası’ çok genişlemiş, sayıları çoğalmış ve oluşum basamağında ‘insan’a dek varmıştır. ‘Düşünce’ ve ‘görüş’ sahibi olan insana. ‘Düşünen insan’ (Homo sapiens) aşamasına yükselme de ‘duyu ve kavrama’ güçlerinin birlikte bulunduğu ama kavrayışın güç aşamasından, daha ‘gerçekleşmiş düşünce ve görüş’ aşamasına varmadığı durumdan sonra gelişerek olmuştur. Bu aşamadaki hayvan, kendisinden sonra daha üst aşamada bulunan düşünen insanın ilkel biçimidir. Gözlemimize girebilen varlıklar içindeki gelişim ve oluşumların vardığı en son aşama budur.” (Cilt 1, sf. 208-209.)

HER ŞEY DÖNÜŞME HALİNDE

Ümit Hassan, ‘İbni Haldun, Metodu ve Siyaset Teorisi’ eserinde (AÜ SBF, 1982) şu değerlendirmeyi yapıyor: “Özetle; her şeyin kesintisiz bir süreklilikle hareket, oluşma, gelişme ve değişme halinde olduğunu, basit elemanlardan başlayarak her aşamadaki canlı-cansız unsurların dönüşmeye hazırlık safhası geçirdiklerini ve dönüştüklerini, şeylerin ve varlıkların birbirleriyle ilgili ve ilintili olduğunu ve bütün bu ilişkilerin belirli bir düzen içinde yürüdüğünü –somut gözlemleri de dayanak alarak- teorileştiren bilinen ilk eser Mukaddime olmaktadır.” (Hassan, 1982, sf. 136.)

SOSYOLOJİNİN ÖNDERİ VE İLK TARİH FİLOZOFU

İbni Haldun, bir doğa bilimci değil tarihçidir. İbni Haldun’un doğa bilimlerinde evrimci düşünceye yakınlığı, tarihçiliğini biçimlendirir. “Bilesin ki” der, “Tarih gerçekte, dünyanın ümranı (toplumsal yaşam) ve ümranın doğal yapısında belirmiş durumlar demek olan insanların toplumsal yaşamları konusunda bilgi vermektir.” (Cilt 1, sf. 107.)

Turan Dursun, Hilmi Ziya Ülken’in “Tarihçi olduğu kadar, sosyolojinin önderi ve ilk tarih filozofudur” saptamasını aktarıyor. (Cilt 1, sf. 20.) Büyük filozofu 17. Yüzyılın sonlarında keşfeden çok sayıda Batılı bilim insanı da benzer değerlendirmeler yapıyorlar.

Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, “Aşağı-orta zaman fikir tarihinde, onun işgal ettiği yer çok büyüktür. Yalnız İslam aleminde değil, genel olarak dünya fikir tarihinde, onu, tarih felsefesinin en mümtaz simalarından, daha doğru bir ifadeyle sosyolojinin ilk büyük kurucularından biri saymak hiç yanlış değildir” diyor. (Cilt 1, sf. 21.)

Batılı tarihçilerden Prof. Dr. W. Barthold ise İbni Haldun’u ‘Arap edebiyatı’ içine hapsetmeye çalışmakla birlikte tarihin yasalarını araştırmada ‘ilk ve biricik’ olduğunu teslim ediyor: “İbni Haldun’un ünlü Mukaddimesi, Arap edebiyatında, tarihi, öykücülükten kurtarmak, muhakemeyi egemen kılmak ve tarihin yasalarını araştırmak için yapılmış ilk ve biricik deneyimdir.” (W. Barthold’un İslam Medeniyetleri Tarihi [sf.39] kitabından aktaran Turan Dursun, Cilt 1, sf. 24-25.)

TARİHSEL CEBİR

Arap yazar Taha Hüseyin, “içtimai felsefeyi” ilk kez onun “bilimsel kalıba döktüğünü” yazıyor. ‘Felsefetu İbni Haldun El İctimaiyye’ eserinde Taha Hüseyin, pek çokları gibi İbni Haldun’un Montesquieu’ya öncülük ettiğini belirtiyor, onun toplumsal görüngüleri ‘tarihsel cebir’ (tarihsel determinizm) ilkesine bağlamakta birleştiklerini ifade ediyor (Cilt 1, sf. 26.)

İbni Haldun ‘keşfedildikten’ sonra pek çok ünlü tarihçiyle, sosyologla, filozofla karşılaştırılıyor, onların tezlerine kaynaklık ettiği üzerine yazılar, eserler kaleme alınıyor. Tarih felsefesinin gelmiş geçmiş en büyüklerinden biri olarak anılan İbni Haldun’un, canlı yaşama ilişkin ‘düzen’, ‘dönüşüm’, ‘değişim’ saptamalarını ‘cansız’ yaşamda da izlemesi, onu çağının çok ilerisine taşıyan yaklaşımını oluşturuyor. Ümit Hassan, kitabında şu satırlara yer veriyor:

“Tarihin içinde saklanan anlam, İbni Haldun’a göre, incelemek, düşünmek, araştırmak ve varlığın (evrenin, varolan bütün şeylerin) sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve olayların vuku ve cereyanının sebep ve düzenini inceleyip bilmektir. Tarihin zahirî (açık anlaşılan) anlamı ise olayları ve olayların ortaya çıkmasının maddi temellerini kapsar. Demek ki tarihe bütün vakıaları içeren genel bir süreç gözüyle bakıldığında, tabiat olaylarını da kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda ‘olup bitenler’ genel ve içsel kapsam bütünlüğüyle dikkate alındığında, sosyal-siyasal olaylarla tabiat olaylarının gelişim yasaları arasında bir paralellik bulunabileceğinin ilk ipucuna İbni Haldun tarafından değinilmiş olmaktadır.” (Hassan, 1982, sf. 132-133.)

İbni Haldun’un, kültürleri ‘organizmalar’ olarak gören Spengler’e benzetilmesini tartışan Turan Dursun, İbni Haldun’da ‘Evrimci düşünce’ olduğunu belirtiyor ve “İbni Haldun, Spengler gibi ‘kaderci’ değildir” diyor. (Cilt 1, sf. 35.) İbni Haldun araştırmacıları arasında önde gelen isimlerden Taha Hüseyin’in şu değerlendirmesi de dikkat çekici:

YATAĞI HİÇBİR ZAMAN KURUMAYAN IRMAK

“(İbni Haldun’a göre:) Toplum genel niteliğiyle bir ırmağa benzetilebilir. Yatağı hiçbir zaman kurumayan bir ırmağa. Kesintisiz yenileşerek akıp gittikten sonra denize her dökülüşünde yeni olarak dökülen bir ırmağa… Irmak ilerler ama bir gün işin sonuna gelir, akışını yavaşlatır, sonunda durur. O sırada da deniz yutar ırmağın sularını. Ama denize dökülenleri, (aynı ırmağın yatağında) yeni sular izler ve her zaman ‘yeni’ sular akar.”

Ümit Hassan ile noktalayalım: “19. yüzyılda diyalektik metodun temel özellikleri yeniden ortaya konulurken, ana hatlarıyla, her nesnenin hareket halinde olduğu, bu hareketlilikte karşılıklı bir ilişki –ve çelişki- bulunduğu, sebep-sonuç dinamiğinin varlıkların birbirine dönüşümüne yol açtığı ifade edilecektir.” (Hassan, 1982, sf. 133)

Ümit Hassan, İbni Haldun’un diyalektik kavrayışına ilişkin olarak, Roger Graudy’nin ‘Sosyalizm ve İslamiyet’ başlıklı eserine (İstanbul, 1965) göndermede bulunarak yaptığı değerlendirmenin sonunda şu satırlara yer veriyor: “Özel olarak, toplumların gelişmesinin iç diyalektiğini incelerken İbni Haldun’un toplumları ve sosyal biçimleri ekonomik üretim tarzlarına göre sınıflandırması, hatta toplumların gelenek göreneklerinde ve kurumlarındaki farklılıkların, bu toplumların geçimlerini sağlayış tarzlarına bağlı olduğunu söylemesiyle tarihsel maddeciliğin bir öncüsü sayılabileceği belirtilmektedir.” (Hassan, 1982, sf. 50-51.)