Neoliberalizmin gölgesindeki hayvan sevgisi

Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi gündemimize geldiğinden bu yana, gerçekler ve gereksinimler üzerinden değil algılar ve güya duygular üzerinden yürütülen bir tartışmanın içine sürüklendik.

 

Yasayı, “hayvanların toplu katliamı yasası” şeklinde yansıtanlar, asıl katliamı vicdanlarımızı ve hayvan severliğimizi tartıştırarak yapıyorlar.

Algı ve duygular bütün hayvanların katledileceği yalanına feryat ederken, gerçek olan ise bir insanın doğal ihtiyaçlarından kaynaklı olarak ortaya çıktı. Başıboş sahipsiz hayvanların özellikle kedi ve köpeklerin popülasyonunun toplum sağlığını ve güvenliğini tehdit eden bir şekilde artması, bir yasal düzenleme yapılmasını dayattı.

Çünkü artık birçoğumuz çeteleşmiş halde sokakta başıboş gezen köpeklerin saldırısına uğramadan evlerimize, iş yerlerimize gidemez olduk. Yaşadığımız tedirginliğin her geçen gün arttığını hissetmeye başladık. Eğer önlem alınmazsa insanlığın daha büyük sağlık sorunları ve tehditlerle karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacak.

 

Yasa, evde hayvan beslemeye karşı bir yasa değil, herkesin evinde beslediği hayvanlara yönelik de değil. Yasayla sokakta başıboş gezen, insana saldıran, yaşlı vatandaşlarımızın mahallelerinde huzurla dolaşmasına engel olan, çocuklarımızın kapının önüne dahi çıkmasına engel olan sokak hayvanlarına yönelik bir düzenleme getirilmeye çalışılıyor. Yasa önerisinde ötenazi ve hayvan katliamını getiren bir madde de yer almıyor. Gerçek bu iken bilinçli bir şekilde, yasayı bir katliam yasası olarak sunan ve insanların evlerindeki köpeklerin dahi bu katliama dâhil edileceği yalanını yayan bir algı operasyonu yürütülüyor.

Oysa sokağa dökülen sözde hayvan severlerin hiçbiri yıllardır hayvan üreten fabrikalarda yaratılan maskotlar uğruna on binlerce hayvanın katledilmesine, evcil hayvanların kapitalist pazarın aracı haline getirilmesine, bir mal gibi üretilip, tüketilip, alınıp satılmasına hiç ses çıkarmadılar. Oluşturulan süs hayvanlarının türlerinin her birinin doğal fiziki yapısıyla oynanması sonucu çektikleri acılardan hiç bahsetmediler.

Laboratuarlarda oluşturulan Pud, Buldozer, Malta, Boksör ve Shih Tzu gibi köpek türleri sevimli görünüşlerinin altında büyük sağlık sorunları ve acılar yaşaması umursanmadan insan için birer maskot haline getirilmesi kimsenin vicdanlarını acıtmadı. Daha ötesi sahibi tarafından sokakta gezdirilirken “ay ne cici bir köpek” diye sevmek için yanına koşanların ilgisinden kibirli bir haz alan bilinçsiz hayvan severin tatmin duygularının esiri yapıldılar. Hayvan sever örgütlerin ve mecliste şov yapanların bu köpekler için bir sözü olmadı ve hala da yok.

Saldırgan ve vahşi Batı insanı, tıpkı kendisi gibi vahşi köpek türleri yetiştirmekte hep çok becerikli oldu. Pitbul, Bull Terrier, Rottweiler, Doberman, Bulldog gibi köpek türleri dünyada yaralama ve ölümle sonuçlanan köpek saldırıları konusunda istatistiklerde hep ilk sıralarda yer aldılar. Üretilme amaçları başka bir canlıya saldırmak olmasına rağmen bu türler ve benzeri köpeklerin satışı ve sokaklarımızda özgürce dolaşıyor olması hayvan severlikte şov yapanların, konu insan sağlığı olduğunda ne kadar duyarsız olduğunun çarpıcı örneğidir.

Doğasında -50 , - 60 derecelerde yaşaması gereken hayvanların sırf para ve insanın feodal haz duygusunun tatmini için 40 derece sıcakta doğal yaşamından koparılıp acı çekmesi hiçbir hayvan severin vicdanını sızlatmıyor. Karşı çıkanların, sokağa dökülenlerin merkezlerinde insan olmadığı gibi aslında hayvan da hiç olmadı.

Bu sözde hayvan hakları savunucuları kedi ve köpeklerin beslenme zincirinin bozulmasına, aslında hayvan için hiçbir faydası olmayan, bağımlılık yapan ve hayvanın doğasına tamamen aykırı mamaların üretilmesine de karşı çıkmadılar. Hepsinin evine gidin bakın, hayvanlarını bu mamalarla beslerler. Hayvana zararlı bu mamaları alanların, hayvanlara zarar verdiği bu hayvan severlerin de hiçbir zaman umurunda olmadı.

Çünkü sevgi anlayışları emek vermeyi değil, kolay ve zahmetsiz olanına uygun şekillendirildi. Karlarını arttırmak için insan sağlığını bile hiçe sayan çok uluslu gıda tekelleri bir gerçek iken, mama üreticilerinin hayvan sağlığını umursayacaklarını düşünmek büyük bir yanılgı olur. Bunlara karşı çıkmayanlar bugün sokaklarda insan için ciddi bir tehlike haline gelen köpek çetelerine tedbir alınmasına karşı çıkıyorlar. İnsanın da zarar görmesine karşı değiller.

Hiçbir insan hayvanlar toplu olarak katledilsin demiyor ancak neoliberal kültürün etkisindeki bir hayvan severlik anlayışı, köpeğin insanı ısırmasını, öldürmesini normal görüyor hatta insanı suçluyor. Hayvanın karşısında insanı gören bu sevginin sağlıklı bir sevgi olduğuna inanmak yine Batı tarafından kodlarımızla ne kadar oynandığının bir göstergesidir.

Diğer yandan mama lobileri ve pet sektörü tarafından yazdırılan makalelerde evcil hayvanla büyüyen çocukların daha sağlıklı ortamda büyüyecekleri yalanına da karşı çıkmadılar. Bu yalan sayesinde pet sektörünün yıllık cirosu 150 milyar doların üzerine çıktı ve sokağa terk edilen hayvan sayısı çığ gibi büyüdü. Sırf ciroyu katlamak uğruna, çocuğun evinde laboratuarda yetiştirilip, insanın maskotu haline getirilen bir canlı ile sağlıklı bir sevgi anlayışı geliştirmesi yalanına çocuklarımız alet edildi ve birçok canlı mal gibi sokağa fırlatıldı ve yine hiç kimseden ses duymadık.

Bir çocuğun öyle bir ortamda öğreneceği tek şey kendisine muhtaç bir canlıya duyulan bencil bir sevgi ve kibir olur. Oysa çocuk sevmeyi tek taraflı bencil sevginin içinde değil paylaşarak, paylaşmanın tadına vararak öğrenir. Birlikte saklambaç oynayamadığı, birlikte şarkı söyleyip resim yapamadığı, yaratıcılığını birlikte geliştiremediği, birlikte üretemediği bir laboratuar canlısıyla hangi güzel özelliklerini ilerletebilir?

Sevgi sadece bakıma muhtaç bir canlıyı severek öğrenilmez. Bu tek taraflı sevgi anlayışı bir çocuğu ancak diğer canlılara acıyarak aslında kibri ve bencil olmayı aşılar. Çocuk oyuncağını paylaşmayı öğrenerek sevgiyi öğrenir. Mamasını kardeşiyle veya başka bir çocukla paylaşarak sevgiyi öğrenir. Bir çocuğun kediyle veya evde beslenen köpekle böyle bir ilişki kurması mümkün olabilir mi? Üstelik hayvanın yaydığı parazitlerin bir çocuğun henüz gelişmekte olan organlarına zararını kimse dile getirmez. Öğretilen ve bilinçli olarak hayvan sevgisi çocuğu da kendi pazarının aracı olarak görür ve o kadar sever.

Cirosu 150 milyar dolara dayanmış bu sektörün temsilcileri bu büyük cironun gücünü kullanarak basına sürekli olarak yalan haberler yaptırıyorlar. Bu yalanlarla daha çok sayıda insanın evcil hayvan beslemesini, sokak hayvanlarının çevre ve insan sağlığını hiçe sayarcasına açığa bırakılan mamalarla doyurulmaya çalışılmasını bir hayvan severlik masalıyla topluma benimsetmeye çalışıyorlar. Sokak hayvanlarının sayısının azalması demek, mama satışlarının da azalması demektir. O nedenle bu sözde hayvan severler büyük bir tuzağın içine çekilmektedirler. Sokak hayvanının insana zarar verse bile tekrar sokakta yaşaması insanın değil mama lobilerinin ve cirosunu kaybetmek istemeyen tekellerin çıkarınadır.

Batı’nın beslediği sözde hayvan sever örgütler yasa önerisini çarpıtıp toplumda bir ayrışma ve infial yaratma peşinde. Bunların amacı hayvanları korumak değil tamamen halkı kışkırtmak ve içeride bölücülük yaratmak. O nedenle de yasada olmayan konuları sanki yasada varmış gibi dillendirerek kargaşa yaratıp, devlete güvensizlik aşılamaya ve bu güvensizliği yayarak devlet düşmanı parti ve örgütlerin emrine vermeye çalışıyorlar.

Başı çekenler DEM Parti, TİP, İyi Parti ve CHP. Dem Parti Mehmetçiğimize kurşun sıkarken, çocuklarımızı dağa kaçırarak ellerine silah verirken hayvan hakları savunuculuğunda mecliste şov yapıyor. Lgbt Dayatmasının Türkiye uygulayıcıları haline gelen ortakları diğer partiler ve çocuk istismarını normalleştirmeye çalışan Lgbt örgütleri de aynı şekilde ne kadar hayvan sevdikleri konusunda bir şov yarışına girmiş durumdalar.

BATIDAN BESLENEN BİR HAYVAN SEVGİSİ TÜRETİLDİ

Çürüyen Batı’nın dayattığı neoliberal kültür, insanı yalnızlaştırdı, bireycileştirdi. İnsana dair bütün güzel meziyetleri; paylaşmayı, insan onurunu, erdemlerini unutturup duygularımızı da parayla satın alınan bir metaya dönüştürdü. Sevgi anlayışımız da bu kirlilikten nasibini aldı.Neoliberalizm kadına bakışı da, çocuğa bakışı da hayvana bakışı da kendi yoz kültürü içinde çarpıklaştırdı. Dayattığı her yoz kültürün pazarını oluşturduğu gibi, hayvan sevgisini de büyük bir pazar haline getirdi.

Tıpkı derdi çevre olmayan ama ülke yararına yapılacak olan her gelişmenin karşında duran Batı’dan fonlanan çevreci hareketler gibi, kadını ötekileştiren, kafeslere kapatan sözde kadın hakları savunuculuğu gibi, işgal ettikleri ülkelerde insan kıyımını normalleştiren sözde insan hakları savunuculuğu gibi yine Batı’dan beslenen ve neoliberal kültürün etkisinde bir hayvan severlik türetildi.

Bugün görüyoruz ki neoliberalizmin insan düşmanı ideolojisi; çocuk ve insan sevgisini LGBT dayatmasıyla zehirliyor, kadın sevgisini feminizmin mor zehrini üzerimize salarak, gençliğimizi de uyuşturucu ile zehirliyor. Hayvan sevmeyi de insanı düşmanlaştıran, insanla hayvanı eşit görerek özünde insanı aşağılayan bir sevgiye dönüştürüyor. İnsanı hayvana yaklaştırırken, insanı insana yabancılaştırıyor ve insanı toplumdan uzaklaştırıyor.

HAYVANLARIN YERİ EVLERİMİZ VEYA ŞEHİRLER DEĞİLDİR

Neoliberal kültürün etkisinde Batı’dan zehirlenmiş insan, insana yabancılaştırılıp, yalnızlaştırırken, hayvanı modern insanın evine hapsetti. Oysa hayvanın yeri ne evlerimiz ne şehirlerdir. Anadolu insanı hayvanla hep iç içe yaşadı, hayvanı üretim faaliyetlerinin bir parçası yaptı ve bunları yaparken onları doğal yaşam ortamından koparmadı. Bir hayvanı kendi oyuncağı yapmadı ama ürettiğini, sofrasını hayvanıyla paylaştı.

Şehir yaşamı hayvan için sağlıklı yaşam ortamı olamaz. Şehirler, araçların altında ezilen, betonların arasında fiziki şartlarına ve gelişimine uygun olmayan şartlarda yaşayan hayvanlar için büyük birer hapishanedir. Yine bu sözde hayvan severler hayvanların şehirlerin betonları arasında açlıktan saldırganlaşan hayvanlardan rahatsız olmayıp, barınakların hayvanlar için uygun ortamlar olmamasından şikayet ediyorlar.

Barınaklar hayvanlar için değil belki ama onları koltuklarında ve yataklarında yatıran bu insanlara korkunç yerler olarak görünüyorlar, çünkü sözde hayvan hakları savunucuları barınaklardan kendi evlerindeki alışık oldukları konforları bekliyor. Oysa o evler insanlar için konforlu alanlardır ve hiçbir ev ortamı bir hayvanın yaşayabilmesi için uygun ortam değildir.

Hiçbir hayvan koltuğum yok diye üzülme ya da hiçbir hayvan akşam haberlerini kaçırmayayım telaşına girmez. Bir çocuk nasıl ki orman şartlarında yaşayamaz ise bir hayvan için de yaşam alanı evlerimiz değildir. Hayvan laboratuarlarda üretilene kadar ve mamaya alıştırılmadan önce hep doğada yaşam sürdürdü ve neslini korudu, mamalarla veya sıcak koltuklarda televizyon karşısında uzanarak değil.

Yasaya karşı çıkanların bir talebi de hayvanların kısırlaştırılıp tekrar sokağa bırakılması. Oysa kısırlaştırmanın saldırganlığı yok etmediği de bilimsel veriler arasında. Üstelik sorun sadece saldırgan olması değil yaydığı binlerce parazit ve mikrop insan için son derece zararlı. Kısırlaştırmayı savunmak da hayvan soyunun tüketilmesi anlamına gelmez mi? Ama üzerimize akıtılan Neoliberalizm zehri hayvanların kısırlaştırılmasının hayvan soyuna zarar veren bir yöntem olduğunu da aklımıza getirmiyor. Çünkü mama satışlarının artması hayvan soyunun insan eliyle yok edilmesinden daha önemli.

VİCDANLI İNSAN KİMDİR

Yasa önerisi sadece hayvan severliğimiz değil, vicdanlarımızı da tartışmaya açtı. İnsana saldıran hayvana acıdığımızda vicdanlı bir birey olmuş olacağız. Bu yalan insan düşmanı neoliberalizmin etkisindeki bir sevgi anlayışı. İnsana acıdığımızda da vicdanlı olmuyoruz. Acımak kibirli insan tutumudur. Hayvana acımak, insanın üstünlük duygusundan kaynaklı sonradan oluşan kibirdir özünde.

Vicdanlı insan komşusu açken tok yatamayandır. Bir çocuğun sokak köpekleri tarafından parçalanmasını normalleştirmek ne hayvan sevgisi ne de vicdanla açıklanabilir. Vicdanlı insan, kibir dağlarında gezmeden tüm canlıları Batı’nın dayatmalarından kurtarmak için mücadele edendir. Vicdanlı insan hiç tanımadığı, hayatında hiç görmediği insanların onurlu yaşamaları için mücadele edendir.

Tarihte hayvan haklarının yılmaz savunucusu binlerce insanı katleden, insana işkencenin her türlüsünü zevkle uygulayabilen 20. Yüzyılın en büyük diktatörü Adolf Hitler’di. Hitler hem hayvanları yemeğe dahi kıyamayan bir vejetaryen ve de gelmiş geçmiş liderler arasında hayvanı en çok düşünen siyasetçiydi.

Çocukları acımazsızca gaz odalarında öldüren bu diktatör, yengeçlerin canlıyken kaynar suya atılmasını ve hayvanların anestezi yapılmadan kesimini yasakladı. Nazi Almanya’sı hayvan haklarına ilişkin uluslararası konferanslardan birine ev sahipliği yaptı. İnsanları katlederken hiç acıma duygusu olmayan Hitler, hayvanları öldürenlerin hayatlarına ölüm kamplarında son verdi.

Hitler’in sadık bakanı Goebbels’in günlüklerinde; Hitlerin dinlerden nefret etme nedeni olarak, dinlerin insanlara verdiği değer kadar hayvanlara değer vermemesi olduğunu yazar. Hitlerin, toplama kamlarının kurucusu, Güney Batı Afrika Sömürge valiliği yapan Göring engellilere karşı imha operasyonun lideri Himmler avcılığın yasaklanması için çalıştılar ve birçok kısıtlama getirdiler.

1933 yılında iktidara geldiklerinde çıkardıkları ilk yasalardan biri Hayvanları Koruma Yasasıydı. Filmlerde kullanılan hayvanların kötü muameleye uğramaması için ilk yasal düzenlemeleri yapan da Nazilerdi. Okul müfredatlarına hayvan hakları eğitimine ilişkin düzenlemeler getirenler de yine bu Hitler döneminde gerçekleşti.

Vicdan terazisinin merkezinde Batı’nın öğretileri ve dayatmaları olursa Hitler hayvan severlikte heykeli dikilmesi gereken bir kahraman olur. Oysa insanlık tarihi gerçeği böyle yazmaz. Hitler bir hayvan sever olarak, vicdanlı bir insan olarak anılmaz. Hayvanlara acıyan ama insanı katletmekten zevk alan Hitler, tarihin sayfalarında bir diktatördür. Hitler’in bu kanunları çıkardığı dönemde 1932 yılında Atatürk’ün Sağlık Bakanı tarafından çıkarılan bir tamimle insan yaşamını tehdit eden sahipsiz bütün sokak köpekleri hakkında itlaf kararı alınmıştı.

Tarih Hitler’i değil, emperyalizme savaş açan ve insanın onurlu , başı dik yaşaması için mücadele eden, her zaman insanı merkeze koyan Mustafa Kemal Atatürk’ü kahraman yapmıştır. İnsanlık vicdan terazisine koydukları platonik sevgilerle ve gerçekle her zaman yüzleşmiştir. Tarih her zaman insanı merkeze koyan anlayışı sarmış ve sarmalamıştır ve insanın önüne bu gerçeği koymuştur. Yakın tarihimiz, çürüyen Batı’yı da, insanı yok sayan kültürel saldırı araçlarını da, insanı düşmanlaştıran ve yabancılaştıran sevgi ve vicdan anlayışını da tıpkı Hitler gibi insan düşmanı olarak anacaktır ve gerçeği hepimizin önüne koyacaktır. İnanıyoruz, o günler hiç de uzak değildir.