Şiddet ve dil
FEYZA HEPÇİLİNGİRLER
“İnsanlar konuşa konuşa…” der bırakırız, hepimiz biliriz devamının nasıl geleceğini. İnsanlar konuşa konuşa anlaşamazsa peki? O zaman bedensel müdahale başlar. Bedenin işe karışması, sözün tükenmesi demektir. Ya söyleyenin dil yeteneği el vermemiştir anlatmaya ya da dinleyenin kavrama kapasitesi anlamaya yetmemiştir. Sonrası itişme kakışmayla başlayan bir şiddet… Toplumsal değil, bireysel şiddet… Ama toplumsal şiddetin temelinde de birey ve onun yarattığı şiddet yok mudur zaten?
Ne oluyor bize? Nasıl böyle bir şiddet toplumuna dönüştük? Bunu tetikleyen neler var? Hangi değişimler oldu yaşamımızda, bunlardan hangileri etkili oldu, diye düşününce insanın aklına bin bir neden geliyor. Pek çok değişiklik oldu son 25-30 yılda. Onları teker teker sayacak, yaşamımız üzerindeki etkilerini gözden geçirecek değilim. Ben bunlardan biri üzerinde duracağım, pek de hesaba katılmayan bir konuyu, dilin etkisini anlamaya çalışacağım.
Şiddet olaylarında etkili olduğunu düşündüğüm şey bu çünkü: İletişimsizlik… İnsanlar konuşarak çözebilecekleri sorunlar yüzünden kavga etmezler. Anlaşmazlık, konuşmanın uzlaşmayı sağlayamadığı durumlarda ortaya çıkar. Ciddi şiddet olaylarına varacak itiş kakışın başladığı yerde genellikle sözle çözülemeyen bir iletişim sorunu vardır.
Taraflardan biri, söylemek istediğini söyleyememiş, sorunu yeterince açıklayamamıştır ya da kullanmaması gereken sözler kullanmış, kaba laflar etmiş, küfretmiştir. Karşısındaki kişi de iletişimi düz yolda sürdürecek beceriye sahip değilse yumruklar, tekmeler konuşmaya başlar.
Nasıl ki sözü, sözcükleri içinde bulunduğumuz duruma, ruh haline, ortama göre seçersek seçtiğimiz sözcüklerin de hem bizim hem de muhatabımızın davranışını, ruhsal durumunu etkileme, değiştirme gücü vardır. Söylenen sözler biçimlendirir davranışlarımızı. Karşısındakinden incitici, kaba sözler duyan, canını yakan aşağılamalar işiten biri, nazik bir davranış gösteremez.
Son yıllarda konuşma dilindeki kabalık belirgin biçimde arttı mı? Hem de nasıl… En başta siyasilerin konuşmaları artırıyor kabalığı, hoyratlığı, ayrımcılığı. Siyaset arenasında sürekli düşmanca bir tavır sürdürülüyor.
Onlar “siyaseten” yaptıklarını itiraf etseler bile karşısındakini durmaksızın aşağılayan düşmanca tavır, ekranlarda kalmıyor; oradan bulaşıcı hastalık gibi halka “sirayet” ediyor. “Başımızdakiler” diye nitelenen yöneticilerin her türlü kaba sözü, “Onlar bile söylüyorsa…” diye benimseniyor, genelleşiyor; her türlü aşağılayıcı söz taklit edildiği düşünülmeden yineleniyor, yaygınlaşıyor.
HALKTAN SOYUT KESİMİN AŞAĞILAYICI DİLİYalnız o değil elbette. Daha küçük çapta, aile içindeki iletişimsizliğe geçmeden halktan olabildiğince soyutlanmış bir kaymak tabakanın kendisinden aşağı gördüklerine neredeyse iğrenerek bakışını yansıtan dil farklılaşmasına da dikkat çekmek gerek. Kolej bitirmiş, üniversiteyi yabancı dilde eğitim veren yüksek okullardan birinde tamamlamış gençlerin kendi aralarındaki iletişimleri en az Osmanlı münevverlerinin resmi yazışmalarda, şiirde, edebiyatta kullandıkları Osmanlıca kadar yapay, bir o kadar da yabancı.
Üstelik Osmanlı münevveri bu yapay dili yalnızca yazıda kullanırken günümüzün kolejlisi konuşurken de kullanıyor ve kendisini halkın birkaç basamak değil, birkaç apartman boyu üstünde görüyor. Başka bir çevreden olanı dışlayan, tam da bu amaçla oluşturulmuş “plaza dili” denen dile karşı duyulan yabancılık duygusunun insanı huysuzlaştırmaması söz konusu değil.
Kendilerini “entel diye tanımlayan bu kesimle hiçbir yakınlık kuramayan sıradan kişiler besleyip büyüttükleri çocuklarıyla sağlıklı bir iletişim kurabiliyorlar mı? Gençlerin kullandığı ters çağrışımlarla yüklü anlatım, büyüklerde yankısını bulmuyor; büyüklerin uyarı ya da önerileri de cep telefonuyla tek vücut haline gelmiş ergene çarpıp geri dönüyor.
Tıpkı entellerin dili gibi, ergenlerin de ayrı ve kendilerine özgü bir dili var. Anne babalar, herhangi bir şeyin gerçeğe dönüşmesini, yani “var” olmasını, “Yok böyle bir şey!” diye alkışlayan oğluyla, birinin yakışıklılığını “yıkılıyo” diye anlatan kızıyla, karakterini takdir ettiği kişiyi “Adamın dibisin” diye öven ergenle ortak bir dilde buluşamıyor.
KIZ VE ERKEK ÇOCUKLARINA YÖNELİK SÖYLEMLERErgeni suçlamak kolay. Büyüklere de bakmak gerek. Ana babalar oğullarını, kızlarını büyütürken aynı sözcüklerle yüceltip aynı sözcüklerle yüreklendiriyor mu? Tabii ki hayır! Kızını sürekli, “Düzgün otur, ört bacağını, kalk abine su getir” diye büyütürken oğlunu her bahanede “Aslan oğlum,” diye, “Koçum benim” diye göklere çıkarmaktan geri durmuyor.
Bu oğlanlar doğal olarak bütün kızların, kadınların kendileri için yaratıldığını düşünerek, varlıklarının kadın milletine bir lütuf olduğuna inanarak büyüyorlar. Eşleri, sevgilileri biraz diklendiğinde, kişisel haklarına sahip çıkmaya, bunu dillendirmeye, hele bu hakları kullanmaya kalktığında huysuzlanmakla yetinmeyecek, haddini bildirmeyi görev sayacak kişiler haline geliyorlar.
Bütün oğlan çocukları “Aslansın, kaplansın” diye büyütülmüyor elbette. Kafalarına vurularak, itilip kakılarak büyütülenler de var. Onlar ne yapıyorlar? Ellerine geçen ilk fırsatta kendi eziklenmelerinin acısını başkalarının kafasına vurarak, her türlü sözle, davranışla onları aşağılayarak çıkarmaya kalkıyor, fizik olarak kendilerinden güçsüz gördükleri her varlığın, en çok onların, kadınların, çocukların ve hayvanların üzerinde güçlerini gösteriyor, olmadık zalimlikler ediyorlar.
Bütün bunlardan daha genel bir konu da kendi ülkemizde yabancı gibi yaşamamız. Türkçeye yalnızca “Milli birliğimizi sağlıyor” diye bakanlar çok yanılıyorlar. Kişisel huzurumuzu sağlayan da bozan da dilimiz. Bütün ülkeyi dilini bilmediğimiz bir yer haline getirmeyi başardık. Nereye bakarsak bakalım Türkçe olmayan, demek ki ilk görüşte anlamayacağımız yazılarla karşılaşıyoruz.
Yakın zamana kadar bunlar İngilizce ve Fransızcaydı; şimdi Arapçalar onlarla yarışır hale geldi. Yalnızca anlamadığımız değil, okuyamadığımız bir yığın tabela… Bu, doğal bir durum değil. Hiçbir ülke kendi diline, bu demektir ki varlığına, bu kadar doğrudan, bu kadar net bir saldırıya izin vermez. İngilizcenin etkisinin yalnız bize olmadığını söyleyeceksiniz.
Doğrudur; ABD’nin ve dilinin elbette bütün ülkelere etkisi var ama anayurdunu bizimki kadar kendisine yabancı bir duruma getirmiş başka bir ülke var mı? Üstelik, Cumhuriyet düşmanlarının sandıkları gibi, son yüz yılın eseri değil bu, Osmanlı’dan beri süregelen bir yabancılaşma. Ta Tanzimat döneminde başlamıştı. Osmanlı başını çevirip Fransa ve Fransızca ile karşılaşınca orada gördüklerini adlarıyla taşıdı kendi topraklarına.
Ama bugünkü kadar çığırından çıkmamıştı hiç. Bu dilsel yabancılaşmanın şiddet olaylarıyla ne ilgisi mi var? Çevresinde olan biteni, dolaşımda olan dili anlamamak, olağan karşılanacak bir durum değildir. Anlamamak insanı sinirli yapar. Sinirli insan kişisel kontrolünü çok kolay yitirir, öfkesini bastıramaz duruma gelir.
Sokakta, kahvede, markette, otobüste burnundan soluyan, yan bakmanızdan kavga çıkarmaya hazır insanlar görmüyor musunuz? Onların bastıramadıkları öfkenin altında, gördüğü, okuduğu pek çok şeyi anlamıyor olmasının etkisi yok mudur?
YETERSİZLİK DUYGUSUDilsel yabancılaşmanın uyandırabileceği bir başka duygu da yetersizlik. Anlamadığı onca sözün, tabelanın, konuşmanın, yazının karşısında yetersizlik hisseden kişinin bilgisine, görgüsüne, eğitimine güveni sarsılır. Kendisini güvensiz hisseden kişi ya köşesine çekilir ya da zedelenmiş özgüveninin acısını hırçınlaşarak, saldırganlaşarak çıkarmaya yeltenir.
Alışkanlık gözlüğünüzü çıkarın ve ilk kez görüyormuş gibi bakın çevrenize. Neler göreceksiniz? Diyelim her zaman gittiğiniz markete gittiniz; ayak üstü bir şeyler atıştıracaksınız. Karşınıza şöyle seçenekler çıkacak: “Prime Pizza / Sushi Zone / Makarna Company / Salad Town”. Seçemediniz mi? Yanda başka seçenekler var: “Wrap” yemek istemez misiniz mesela? Çeşitleri de var: “Falafel Wrap / Schnitzel Wrap” Belki de “Bowl” almak istersiniz…
“Nohutlu Vejeteryan Bowl / Chicken Katsu Bowl / Mexican Tavuk Bowl”. Arada bildiğimiz sözcükler de var canım! O kadar da yabancı değil. Bir yerde makarna geçiyor, nohutlu bir şey var sonra, tavuk bile denmiş. Daha ne desinler! Yarısı Türkçe, öteki yarısı İngilizce (Fransızca, Arapça, Almanca, hatta Çince, Japonca) sözcüklerden oluşan böylesi yemek seçeneklerini olağan ve doğal karşılıyorsanız bu ülkede sinirlenmeden, kimseye çatmadan, kendi kendinizle de boğuşmadan rahatça yaşayabilirsiniz.
Televizyon dizileri var daha. Orada da bir yabancılaştırma, insana kendisini çöp gibi hissettirme işlemi sürüp gidiyor. Havalı havalı İngilizce konuşanlar mı istersiniz, “Wow” diye sevinenler, “Yes!” diye tepinenler mi… Eş dost çoktandır uyum sağladı bile. Doğum günleri “Happy Birthday” diye kutlanıyor, bebekler için “Baby Shower”lar düzenleniyor. Ya ayak uyduracaksınız ya da çatacak adam arayacaksınız.
HABERLERDE ŞİDDETAcele ettim. Dizilerden önce haber kuşağı var. Akşam eve gidip televizyonun karşısına geçtiniz. Ana haber bülteninden önce “haber önü” gibi adlar taşıyan, şiddetten şiddet beğendiren programlar var daha. Sokak ortasında kadın döven, bıçaklayan, hayvan yakanlar, çoktandır seyirlik olarak videoya çekilip akşam haberlerine yetiştiriliyor.
Bir görüntü bombardımanı ile yalnız Türkiye’de değil, dünyanın neresinde kadın cinayeti, hayvan katliamı, ölümlü trafik kazası, çarpıp kaçma, saldırı, kavga, dayak, bıçaklama, yaralama, öldürme haberi varsa karşınıza gelecek. Dil, bunların neresinde derseniz?
Anlatımında… O kadar olağan bir durummuş gibi, şaşmadan, yadırgamadan, ayıplamadan, kınamadan dile getirilecek ki… Size “E, normalmiş. Dünyanın her yerinde herkes herkese şiddet uyguluyormuş zaten” dedirtinceye kadar, otobüse yetişmek gibi, işe geç kalmak gibi, her günkü sıradan olaylardanmış gibi anlatılacak.
Şiddet böyle böyle olağanlaşıyor işte. Dil, elbette şiddetin en başta sayılan, göze en çok çarpan nedenlerinden biri değil ama bana inanın, temeldeki, en dipteki, öncelikli nedenlerinden biri. Her şey dille başlıyor, dilde bitiyor çünkü.