500 senelik hırsızlıkta yeni moda: Nüfus çalmak!

Günümüzde, Batı dünyasının beş yüz senelik soygunlarına bir yenisi daha eklenmiş oluyor bu nüfus hırsızlığı ile. Bazen insanın, Fatih Sultan Mehmet Konstantinopol’ü alıp da İstanbul yapmamış olsaydı, bu kolonyalizm, kapitalizm ve sonrasındakiemperyalizm mevcut olmayabilir miydi acaba” diyesi geliyor, günümüzdeki duruma bakınca. Ama tarih elbette öyle işlemiyor. Fatih İstanbul’u almasa bile, tarihin tekerleği yine dönecek ve günümüze kadar olan biten yine olacaktı büyük ihtimalle.
O zaman, gelin beraberce ilk cümlemizde ne demek istediğimizi takip ederek, son 500 senenin bize bıraktığı bu çirkin mirası inceleyelim.
Batı dünyası, içinde bulunduğu karanlıktan silah zoru ile çıktıktan ve Osmanlı’nın İstanbul’u ele geçirmesinden dolayı Batı’ya yönelmesinden sonra, büyük bir hazinenin üzerine oturmuş oldu. Bu, dünyanın her tarafındaki sömürgeleştirme fırsatları idi. Orta Çağ’ın karanlıkları içinde, feodalizm ve kilise elinde zaten köleleştirdiği kendi insanına ek olarak, şimdi de okyanusların ötesindeki topraklar ve bunların üzerinde hayatlarını sürdüren milyonlarca insan, Avrupalı kolonicilerin önünde birer av malzemesi olarak duruyordu.

O zamanlar ve şimdiki zamanlar

KOLOMB’UN LANETİ AMERİKA’YI VURUNCA

Önce silahlarını ve İncil’lerini dayatıp, silahla zorlayıp dinle uyuşturdukları dünyanın dört bir yanını, gönüllerine göre paylaşıverdiler. Hatta Vatikan’daki Papa 6. Alexander, elindeki “kutsal kalemle” Atlantik Okyanusu’nun ortasından, kuzeyden güneye bir çizgi atıp, doğusunu Portekiz’e, batısını ise İspanya’ya verecek kadar bir “tanrıcılık” oynamıştı. O gün başlayan sömürgecilik dönemi, beş tane yüzyıl sürecekti. Bu sürede ise, Arjantin’in güneyinden Kanada’nın buzullarına, Hindistan’ın dağlarından Endonezya’nın yağmur ormanlarına kadar silah zoru ile, gemileri nereye yanaşabilirse, bayraklarını dikip sömürge ilan edeceklerdi. Bir dünya haritasını gözünüzde canlandırabilirseniz, küçücük Avrupa’nın, dünyanın tüm geri kalanına nasıl hükmettiğine şaşar kalırsınız. Bunun sosyolojik temellerini tartışmak, bu yazının amacı olmadığı için, kısa geçmekteyiz.
Bu bereketli toprakların sahibi olduklarına karar verince de, toprakların altında ve üstünde ne varsa, talan edip Avrupa’nın köhne şehirlerine taşıyacaklardı bu beşyüz senede. Altın, gümüş, bakır, demir, ağaç, kauçuk, kahve, baharat; yani aklınıza ne gelirse, günde yirmi dört saat yollarda olan gemileri ile Avrupa başkentlerine taşındı. Birdenbire, Avrupalı feodal toprak sahipleri ve tüccarlar mali bakımdan göklere çıkıverdiler. Bu öylesine bir talan idi ki, dünyanın geri kalan toprakları fakirleştikçe, Avrupa parladı ve ışıklara boğuldu.

Azalan nüfuslarını göçmenlerle dolduran Batı

ATLANTİK ÜZERİNDEKİ GÜMÜŞ KÖPRÜ

Bolivya konserlerimiz sırasında tartıştığımız Bolivyalı arkadaşın dediği gibi: “İspanya’nın Bolivya’dan çaldığı gümüş madenlerini uç uca ekleseniz, başkentimiz La Paz’dan Madrid’e bir köprü yapabilirdiniz!” Bir düşünün, bu gümüş soygununun miktarını. Ve bu sadece tek bir maden ve tek bir ülke. Bunun üzerine Peru’yu, Brezilya’yı, Şili’yi, Hindistan’ı, Endonezya’yı, tüm Afrika’yı, velhasılı minicik Avrupa kıtası hariç, dünya haritasının yüzde 80’ini ekleyin. Sömürünün coğrafi boyutunu hemen farkedebilirsiniz.
Sömürgelerinden maden çalan Avrupa, kısa bir süre sonra bu yerlerden insan da çalmaya başlamıştı. Yani “kölecilik” devri de başlayacaktı böylece. Özellikle Afrika’nın yoksul insanlarının binlercesi bir arada, Atlantik okyanusunun karşı yakasına taşınacaktı. Şimdilerde Avrupalıların teorisini yaptığı, “ama Afrikalı kabile reisleri de buna ortaktı” lafları da, sonradan kendi zalimliklerini örtmek için kullanılmak üzere imal edilecekti.
Bu sömürünün bir parçası olarak, Avrupa’nın Amerika’ya taşıdığı ve sonradan ABD ve Kanada haline gelip, dünyanın başına bela kesilecek olan siyasi uzantılarını da eklemek gerek elbette. Özellikle de, zaten nüfus problemi olan Avrupa’nın sömürgeleştirdiği Amerika topraklarında, kölecilik en azgın şekillerini alacaktı.

‘LOUVRE AVM’SİNE HOŞ GELECEKSİNİZ!

Bu yüzyıllar süren soygunun meyveleri, Avrupa başkentlerindeki bulvarlar, görkemli saraylar, muazzam parklar ve lüks malikhanelerin yanı sıra, kültür-sanat kurumlarını da besleyecekti. Şimdilerde onlarca Avro harcayıp girebildiğiniz Louvre, British, Metropolitan, Berlin müzelerinin içinde yer alan eserlerin hemen tamamı, bu yüzyıllar süren hırsızlık sürecindeki çalıntı malzemeyle doldurulmuştur. Günün birinde dünya düzeni değişip de yoksul ülkeler kendilerinden çalınan bu eserleri geri aldığında, artık Louvre Müzesi’nde ve diğer önde gelen Avrupa ve Amerikan müzelerinde görecek hiçbir şey kalmayacağı için, kapısına kilit vuracaklardır belki de. Bir başka ihtimal de, kocaman birer “Shopping Mall”, yani AVM yapacaklardır bunları!
Gelelim günümüze. Şimdilerde de artık bu tür doğrudan soygunları yapamadıkları için, daha sinsice planlar ile dünyanın geri kalan ülkelerinden “insan avına” çıkmış bulunuyorlar. Türk atasözlerinden birinin dediği gibi “hem ağlarım hem giderim” usulü, “illegal immigration” yani Türkçeye “düzensiz göçmenlik” olarak çevrilen şekilde, yüzbinlerce kişiyi Avrupa, ABD ve Kanada’ya transfer etmektedirler. Ve bundan dolayı da hergün “şikayet” etmekteler! Formül çok basittir aslında: Dünyanın geri kalanını talan et, her şeylerini çal, yoksul halkı da işbirlikçi diktatörlerin altında ezdir! Onun da üstüne Hollywood’unla, Facebook-Instagram gibi sosyal medya marifeti ile insanları Batı’ya özendirip topraklarından kopar ve “istemem ama yan cebime koy” dercesine, Avrupa veya ABD’ye ithal et!

Güney Amerika'nın yoksulları ABD sınırında

ÇOCUK OLMAYINCA İŞÇİ OLMUYOR

Çünkü, Avrupalı veya Amerikalı kadınlar ile erkeklerin kafası, LGBT veya “cinsel özgürlük” tarzı ideolojik çalışmalarla o denli karıştırılmıştır ki, evlilik kurumu, hatta kadın ve erkekten oluşan beraberlik kavramı bile çöpe atılmıştır. O nedenle de, çocuk yapmamaktadır kimsecikler. Sonuç ise Avrupa nüfusunun çok hızla yaşlanmasıdır. Paris sokaklarını, Londra havaalanlarını, Berlin mağazalarını temizleyecek, İspanya bahçelerinden portakal toplayacak, İtalyan zeytinliklerinden zeytin silkecek insan gücü kalmamıştır bunların. Aynı durum, ABD ve Kanada için de geçerlidir. Gilroy’un sarımsakları, eğer Meksikalı “düzensiz göçmenler” olmasa tarlada çürür. Yine “illegal göçmenler” kızgın güneş altında Kaliforniya’da domates ve marul toplamasalar, Amerikalılar salata yiyemez hale gelirler.

EMPERYALİZM İNSAN KAÇAKÇILIĞINA SOYUNUNCA

Böylece, beş yüz senelik sömürü ve hırsızlık düzeninin son aşaması olan, “insan ve işgücü hırsızlığı” dönemindeyiz hep birlikte. Bu, bir bakıma 19. yüzyılın “köleciliğinden” farklı gibi görünse de, sonuçları bakımından en az onun kadar dehşet verici ve insanlık dışıdır. Bu yeni köleciliğin çaresizliği, artık sosyal medya kanallarındaki reklamlara kadar düşmüştür. Almanların, Kanadalıların ve bilumum Avrupa’nın “kalifiye göçmen” avına çıkmış olması şaşırtıcı mıdır? Elbette değildir. Onların işine yaramayan, kalifiye olmayan göçmenleri Türkiye gibi ülkelere hapsedip, kendi ekonomilerinin gerektirdiği işgücünü, dünyanın diğer taraflarından çalmak, Batı sisteminin en yeni icadıdır. Bu gidişatı görünce, insan gülümseyerek “Acaba 100 sene sonra Avrupa, Amerika ve Kanada’nın nüfusunun büyük çoğunluğu bu çalıntı göçmenlerden oluşur mu ki?” diye düşünmeden edemiyor. Öyle ya İngiltere’nin başbakanı Sunak bir Hintli, Londra belediye başkanı Sadık Khan ve İskoç başbakanı Humza Yousaf da birer Pakistanlı! Kaderin cilvesi bu ya, beyaz İngilizler bir gün gelir, iş bulmak için “illegal göçmenlerden” torpil istemek zorunda kalabilirler, böyle giderse!

1901 yılında Avrupa sömürge avında