Sistemin işleyişi hepimizin malumu; normların ve normallerin şekillendirdiği bir düzende yaşıyoruz. Üzerinde uzlaştığımız, onayladığımız ve adapte olduğumuz ortak kabuller, insanlık tarihi boyunca gelişen bir sosyal sözleşmenin parçası olarak bugün karşımızda duruyor.
Toplum, bireyin köşelerini törpüleyip kendi bünyesine katarak şekillendirirken, bizler de gönüllü bir uyumla bu büyük yapı içinde yerimizi alıyoruz.
Sosyal piramidin zirvesindeki üstünlük duygusu, otoritenin denetimiyle dengeleniyor ve toplumsal düzenin devamlılığı adına kendimizi kolektif bir sisteme tabi kılıyoruz.
Bir arada yaşamanın, yönetmenin, yönetilmenin, üretmenin ve tüketmenin kural ve kodları net bir biçimde tanımlanmış; bizler de bu kodları öğrenerek toplumsal işleyişin kesintisiz bir şekilde devamını sağlıyoruz.
Sosyalleşme, kültürel aktarım ve devletin ideolojik aygıtları, bu düzenin sürdürülebilirliği için araçsal bir değer taşıyor.
Toplum olgusunun altında yatan temel uzlaşmalardan biri de, bireysel özgürlüklerin bir kısmından feragat ederek kolektif bir yaşamın parçası olmayı kabullenmek. Bu kabulleniş, insanlık tarihinin erken dönemlerinden itibaren toplumsal yaşamın sürdürülebilirliği için bir zorunluluk olarak görülegelmiş.
Bu büyük şemsiyenin altında uzlaşı sağlamak zorunda olduğumuz bazı başlıklar da var ki, bu başlıklarda mutlak bir fikir birliğine varmak her zaman mümkün değil. Çocuklara karşı sorumluluk ise üzerinde en geniş mutabakata varılmış konulardan biri.
Sosyal normların ve kültürel kodların aktarımında en büyük sorumluluğu taşıyan toplum, çocukları tehlikelerden koruma yükümlülüğünü de devralır; onların güvenliği, fiziksel ve ruhsal bütünlüklerini koruma görevi, toplumsal vicdanın bir parçasıdır.
KAPININ ARDINDAKİ TEHLİKE NEDİR VE NEREDEN GELİR?
Bu temel ilkeleri hatırladıktan sonra konuyu somut bir örnekle ele alalım. Yedi kişilik bir aile; baba hapiste, 27 yaşında bir anne ve 1’den 5’e kadar değişen yaşlarda beş küçük çocuk var. Hepsi bir çatı altında fakat bu gerçek bir ev değil, bir baraka. Yine de onlar için bir "yuva."
Bu yuvanın önünden her gün onlarca insan geçiyor ama belli ki hiç kimse bir ailenin bu koşullarda nasıl yaşayabileceğini sorgulamıyor.
Anne, kim bilir kaçıncı kez, çocuklarını bir güvence olarak gördüğü kapının ardında bırakıp geçim kaynağı olan hurda işine gidiyor. Kapı kilitli, elektrik sobası açık, bir süre sonra evde yangın çıkıyor. Olaylar hepimizin bildiği acı sonla noktalanıyor…
Bir an için durup düşünelim: Annenin çocuklarını korumak adına kilitlediği kapının ardındaki tehlike nedir ve nereden gelir? İçerideki ve dışarıdaki tehlikeler arasında nasıl bir fark vardır?
Modern toplum, insanı hem dışarıdan hem de içeriden tehdit eden unsurlara karşı bir koruma kalkanı oluşturmaya çalışırken, bireyler de kendilerini ve sevdiklerini türlü tehlikelerden korumak için çaba harcar.
Tehlike, kimi zaman doğada, kimi zaman en yakınlarımızın içinde gizlenir; bazen yoksulluğun yarattığı umutsuzlukta, bazen de sosyal devletin boşluklarında hayat bulur.
Thomas Hobbes’un "insan insanın kurdudur" sözü, yalnızca bireylerin birbiriyle mücadelesini değil, aynı zamanda sosyal yapının bireyi koruma noktasındaki yetersizliğini de gözler önüne serer.
Toplum, en savunmasız üyelerini koruma görevini yerine getirmediğinde, bireyin arzuladığı güvenlik duygusu bile bir tuzağa dönüşebilir. Hannah Arendt’in ifadesiyle "kamusal alanın yitimi," bireyleri yalnızlaştırır ve onları, yaşamlarını tehdit eden sorunlara karşı tek başına bırakır.
TOPLUMUN UYGARLIK DÜZEYİ EN ZAYIFIN GÜVENLİĞİYLE ÖLÇÜLÜR
Bu çerçevede, gerçek tehlike yalnızca dış dünyadan gelen saldırılardan ibaret değil; tehlike, toplumsal yapının ve bireyin varlığını sürdüren sosyal düzenin, koruma vaat ettiği noktada açığa çıkan kırılganlıklarda da kendini gösterir.
Sosyal devletin eksiklikleri, aile yapısının çözülüşü, ekonomik güvencesizlik ve toplumsal dayanışmanın zayıflaması gibi unsurlar, birbiriyle iç içe geçmiş birer tehlike ağı oluşturur.
İnsanın korunma güdüsü, yalnızca fiziksel bir güvenceyi değil, toplumsal bağların sağladığı kolektif dayanışmayı da talep eder. Bu bağlar zayıfladığında ya da işlevsiz hale geldiğinde, birey kendisini yalnızca bireysel çabasıyla var edebilir ve bu durumda yaşamın kırılganlığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar.
Bir toplumun uygarlık seviyesi, en zayıf bireylerinin güvenliğini nasıl sağladığıyla ölçülür. Bu açıdan baktığımızda, tehlike karşısında toplumun zayıflayan yapısal unsurlarını güçlendirmeyi, bireyin yalnızca varlığını değil, potansiyelini ve insan onurunu korumayı başarabilen bir yapıya dönüşmeyi hedeflemek zorundayız.
Aksi halde bebeklerin korkunç bir şekilde hayatını kaybettiği haberini alıp gündelik hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam eden, hissizleşmiş ve bir o kadar da çaresiz insanlar olarak yaşamaya devam ederiz…