Avrupa halklarının savaş istemediğini vurgulayan Cardini, siyasi ve ekonomik gücün yanı sıra medyayı da elinde bulunduran bir zümrenin savaşı devam ettirmeye çalıştığını ve eylemlerine yasal kılıf uydurmak için meclisi kullandıklarını ifade etti. Cardini’ye göre çözüm, siyasi katılımı artırırken Avrupa kurumlarını daha insancıl biçimde yeniden inşa etmekten geçiyor.
ESAS SORUN AZ KİŞİNİN ELİNDE ÇOK GÜÇ TOPLANMASI
AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının bu konuları nasıl değerlendirdiğini düşünüyorsunuz? Onlar da hükûmetleri gibi İsrail'in insanlık dışı saldırılarını destekliyorlar mı ya da Rusya ile gerçekten savaş mı istiyorlar?
Bugün Avrupa ülkelerinin kamuoyunda hiç kimse Rusya'ya karşı bir savaş istemiyor. Asıl mesele, Avrupa'da ve özellikle İtalya'da, genellikle "sivil toplum" olarak adlandırılan yapının yatay olarak ikiye bölünmüş olmasıdır. "Üst kısımda" açıkça, siyasi, ekonomik, kültürel ve medya gücünü her düzeyde yöneten "yönetici" üst sınıf (upper class) yer alır. Bu grup çok kalabalık değil: Toplamda "yüzde 1'lik toplum"dan bahsediyoruz. İtalya'da bu, yaklaşık 600 bin kişiye tekabül ediyor ve bu gruba önemli sayıda takipçi, takdirci, yandaş, finansman sağlayan, menfaat elde eden, ast ve dalkavuk da ekleniyor.
‘SEÇİMLİ DEMOKRASİ’ İSİMLİ MAFYA SİSTEMİ
Bu kesim, bir şekilde seçmenlerin kabaca yarısını harekete geçirmeyi başarıyor. Bu seçmenler, oy pusulalarıyla artık sadece üst sınıfın bir "çıkar komitesi"ne indirgenmiş olan ve yasal kılıf uydurmaktan başka işlevi kalmayan parlamentoyu çalıştırmak için, siyasi partilerin yönetici grubu (her partiden birkaç kişi) tarafından seçilmiş adayları meşrulaştırıyorlar. Bu, artık "seçimli demokrasi" adı verilen büyük gangster sisteminin yasal kılıfıdır. İşte "gelişmiş demokrasi" budur; yani demokrasiden geriye kalan şey.
Üst sınıfın altında ise doğal olarak alt sınıf (lower class) yer alıyor. Bu insanlar oy kullanmıyorlar, demokratik yönteme karşı oldukları için değil (tembellikten, kamuoyunu etkilemek için başka, daha etkili yollara sahip olduklarını bildiklerinden birçok üyesi oy kullanmaya gitmeyen üst sınıf üyelerinin aksine), oylamanın yararsız olduğuna inanıyorlar ve/veya ülkenin siyasi hayatına ciddi bir şekilde katılmak için gerekli bilgi ve kültürel araçlardan yoksunlar.
ÖZGÜRLÜK SİYASİ KATILIMDIR
Ülkemiz gibi bir yerde, gerçek bir demokratik ciddiyetin işareti, siyasi güçleri bu fiili durumu değiştirmeye yöneltmesi gereken sorumluluk duygusuyla birlikte olgunluğun yeniden kazanılması olacaktır. Ancak toplumsal hayata katılım düzeyinin düşük kalmasında çıkarı olanlar bizzat siyasi güçlerdir: Oligarşinin devamı buna dayanmaktadır.
Bugünün Rusya'sı hakkında medya sadece kötü şeyler söylemeyi öğretiyor. İsrail hakkında ise ne yaparsa yapsın dokunulmaz olduğunu öğretiyorlar. Bunun nedeni, İtalyan halkının büyük çoğunluğunun siyasete katılmamasıdır. Ancak, şarkı yazarı Giorgio Gaber'in dediği gibi “Libertà è Partecipazione” (Özgürlük, katılımdır).
RUSYA’NIN AVRUPA’DA ‘ŞEYTANLAŞTIRILMASI’ 19. YÜZYILDA BAŞLADI
Rusya'nın, Rus kültürünün ve Putin'in "şeytanlaştırılmasını" nasıl değerlendiriyorsunuz? Rusya gerçekten bir tehdit mi? Bu "şeytanlaştırma" Orta Çağ Avrupa'sında kullanılan yöntemlere benziyor mu?
Öncelikle tarihsel karşılaştırmaların yersiz ve tehlikeden ziyade absürt olduğunu söylemek gerekir. Orta Çağ Avrupa'sı sadece Haçlı Seferleri'nden ve cadı avından ibaret değildi. Aynı zamanda hem Roma hukuku hem de Katolik teolojisinin esinlendiği bir barış arayışı dönemiydi. Ticaretin ve eğitimin (Abbasilerin Beyt'ül-Hikme modelini izleyen üniversiteler), sık sık zulme uğrasalar da Yahudilerle (Hristiyan İncili Yahudi İncili'nin çocuğudur, Yahudi peygamberler Hristiyanlık ve İslam için de aynıdır) ve Müslümanlarla kardeşliğin olduğu bir çağdı (Müslüman dünyasında da Hristiyan peygamberlerin Yahudilik ve İslam'dakilerle aynı olduğu ve Hristiyanlıkta, Hz. Muhammed'in kıyamet zamanı Deccal'i yenmek için dünyaya dönecek olan "gelecek Mesih'in peygamberi" olduğuna dair güçlü bir düşünce akımının var olduğu bilinir).
Hristiyan filozof ve bilim insanları, Yunan dünyasının (tıpkı İslam'da olduğu gibi: Platon, Aristoteles, Plotinus) ve Müslüman dünyasının (İbn-i Sina, İbn-i Rüşd) bilim insanlarıyla aynıdır. Orta Çağ işte budur.
Rusya'nın şeytanlaştırılması ise eski bir hikâyedir ve Rus kültürünün kendi içinde buna karşılık gelen bir "kuşatma psikopatisi" vardır. Avrupa'da Rusya'nın şeytanlaştırılması 19. yüzyılda, özellikle de Kırım Savaşı zamanında başlamış ve daha sonra İngiliz etkisinin (roman yazarı Rudyard Kipling'in baş aktörü olduğu “Büyük Oyun*”) bir sonucu olarak -ne kadar garip görünse de- faşizm ve Nazizm'in içsel ve irrasyonel, neredeyse mistik anti-komünizmi aracılığıyla günümüze kadar devam etmiştir.
AB LİDERLERİ MEDYA YALANLARINA BEL BAĞLIYOR
Örneğin, Stalinist Rusya'nın canavarlarla dolu bir cehennem gibi karikatürize edilmesi, sanıldığından daha canlıdır. Demokratik Avrupa, bu hayaletlerden, büyük ölçüde hayali ama medya (gazetecilik, sinema ve televizyon yayıncılığı) yalanlarıyla desteklenen fikir liderleri ve algı mimarları olduğu için kamuoyunda hala canlı olan bir anti-komünizmden ve anti-faşizmden besleniyor. Ciddi olduğu düşünülen bir politikacı, Fransa Cumhurbaşkanı Macron (sadece devletin değil, hükümetin de başkanı), Putin'i önce "tiran" ve "elleri kanlı olan" biri olarak tanımladıktan sonra, şimdi de bir "ork" olarak adlandırdı.
Ork, çocuk masallarındaki bir canavardır: Macron ya çocukluğuna geri dönmüş (bu İtalyan deyişi "rimbambire" [aklını yitirmek, çıldırmak] fiili ile özetlenir) ya da kendi halkına bunamış bir halk gibi davranıyor. Avrupa bugün kendini bu grotesk karakterlere emanet ediyor: Manik özellikler taşıyan belirsiz bir figür olan Ukraynalı Zelenskiy'i neredeyse kutsallaştırmış olmaları şaşırtıcı değil.
MEDENİ BİR ÜLKE KENDİNE EZİYET EDEN DEVLETE KARŞILIK VERİR
Mevcut hükûmetlerin ABD ile kurduğu ilişkileri ve son gümrük anlaşması gibi yapılan mutabakatları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tür ilişkiler, AB'nin tartışmalı eylemlerinde bir rol oynuyor mu?
Bu, derin bir rahatsızlığın, hatta gerçek bir hastalığın başka bir işaretidir. Siyasi açıdan sağlıklı, medeni bir ülkede, herhangi bir yabancı devlet başka bir devlete zarar verirse (örneğin, ortak bir "piyasa sistemi" içinde belirli malların girişine haksız bir gümrük vergisi dayatılması gibi), o devletin benzer bir misillemeyle karşılık vermesi, hatta açıklama veya değişiklik bekleyene kadar diplomatik ilişkileri askıya alması doğru olandır.
Ancak ABD ile Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkilerde bu durum yaşanmıyor: Avrupalılar, dayatılan haksız gümrük vergilerini kabul ediyor ve tek taraflı olarak kendilerine eziyet eden devletten (zorunlu olarak NATO'ya devredilmek üzere) silah, çeşitli mal ve hizmetler satın almaya devam ediyorlar. Siyasi açıdan sağlıklı bir durumda, halk bu duruma karşı sokağa çıkarak hükümete tepki gösterir. Bizde ise bu meydana gelmiyor.
TÜRKİYE NATO GÜCÜ OLMASINA RAĞMEN BRICS'E İLGİSİNİ GİZLEMİYOR
Barışı sağlamak ve AB'yi olası bir çöküşten kurtarmak için formülün ne olduğunu düşünüyorsunuz? Uluslararası alanda ne tür bir hükûmet ve dış politika stratejisi gerekiyor?
Çok basitçe, şöyle bir hükûmete ihtiyacımız var: Birleşmiş Milletler (BM)'den ve özellikle dünyanın kaderini elinde tutan büyük ülkelerden (ki bunlar BM Güvenlik Konseyi'nde de yer alıyor) resmen savaşta olan iki tarafa (savaş güçlü bir gayrimeşruluk taşısa bile) derhal bir barış anlaşması temelinde çatışmayı durdurmalarını talep etmeli. Bu anlaşmanın şartlarının tahkimi, basit çoğunlukla oy kullanacak ve seçim sonucunu reddetme imkanı bulunmayan bir komisyona devredilmelidir. Bu komisyonun üyeleri şunlardan oluşmalı: İki taraf, yani Rusya ve Ukrayna.
Her iki tarafı da destekleyen (sponsor olan) ancak önde gelen olmayan iki bölgesel güç (Ukrayna'nın hamisi olarak İspanya, Rusya'nın hamisi olarak ise İran önerilebilir); iki süper güç (ABD ve Çin); ve bloklara karşı eğilimi dengelemeye çalışan, güçlü bir yükselişte olan bir bölgesel güç (ideal olarak, bir NATO gücü olmasına rağmen BRICS'e olan ilgisini gizlemeyen Türkiye olabilir). Bu "Muhteşem Yedili", ağır sömürgeci geçmişi ve geçmişinden kalma ve kısmen hala devam eden prestijiyle çok fazla yüklü olan Avrupa'yı mümkün olduğunca dışında tutmalıdır. “Muhteşem Yedili”, BM Güvenlik Konseyi'ne normalde verilen yetkilerden feragatle, seçilen yedi güçten en az dördünün talebi üzerine serbest bir toplantıyla BM tarafından seçilmelidir.
Ukrayna sorunu çözüldükten sonra "Muhteşem Yedili" komisyonu, yine Birleşmiş Milletler'in yetkilendirmesi ve meşruiyetiyle, İsrail-Filistin sorununa ilişkin aynı tahkim sürecine devam etmelidir.
‘AB’NİN MEVCUT ORGANLARI DERHAL FESHEDİLMELİDİR’
Avrupa'ya gelince, AB'nin mevcut organları derhal feshedilmelidir ve hemen akabinde, önceden ulusal oylarla (Birliğe girmeye istekli her ülkeden üç komisyon üyesi seçilerek) oluşturulacak bir Kurucu Komisyon toplanmalıdır. Bu komisyon, birkaç ay içinde, "Avrupa Birleşik Halkları Konfederal Cumhuriyeti" (RCE) için yeni bir Avrupa Anayasası yazmakla görevlendirilmelidir. Bu Cumhuriyet, çift meclisli bir parlamentoya (topluluk bazında oyla seçilen bir Temsilciler Meclisi ve ulusal bazda bir Devletler ve Halklar Konseyi) sahip olmalı; Meclis ve Konsey, ortak oturumda, görev süresi belirlenecek olan başkanı seçmelidir.
SÖMÜRÜSÜZ BİR TOPLUM İÇİN YENİ BİR KURUMSALLAŞMA
RCE'nin kesinlikle partizan olmayan ve laik bir temelde, modern ve güçlü bir orduya sahip olacak stratejik politikası, RCE'nin kendi ilhamının temel çizgilerini takip etmelidir: Bu da, dünyada barışın korunması ve sosyal adaleti güvence altına alan bir sosyal sistemdir. Bu sistem, hem ekonomik-sosyal hem de kültürel yoksulluk belasıyla radikal bir şekilde mücadele etmek için gereken tüm etkili araçlara sahip olmalı ve zenginliğin herhangi bir şekilde yeniden canlanmasını engellemek amacıyla özel veya şirket servetinin seviyelerini ciddi şekilde sınırlamalıdır. İnsanın insanı sömürmediği ve işsizliğin ya da eksik istihdamın ortadan kaldırıldığı bir toplumun çıkarları doğrultusunda.
RCE'de dini inanç özgürlüğü yasalar çerçevesinde güvence altına alınmıştır; her seviye ve derecedeki eğitim, yalnızca devlet kurumlarına bağlıdır ve bu kurumlar, sıkı bir şekilde kamu otoriteleri tarafından denetlenmek koşuluyla özel girişimlere izin verebilir.
BRICS’İN GELİŞİMİ VE NATO’NUN LAĞVEDİLMESİ DESTEKLENMELİ
Tarihsel olarak uygarlık deneyimini barındıran Akdeniz ve Batı Asya ülkeleri, şimdi BRICS ve ŞİÖ gibi örgütlerle yakın ilişkiler kuruyor gibi görünüyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Mevcut gelişmelerden, yeni "Rönesans"ın hangi coğrafyada başlayacağını çıkarabilir miyiz ve Avrupa bunun bir parçası olabilir mi?
İyi bir siyasi tercihin, NATO'nun derhal lağvedilmesi ve BRICS'in sınırsız gelişimi olduğuna kesinlikle inanıyorum. "Yeniden doğuş" ve "Rönesans"a gelince, mevcut kültür ve medeniyette neyin yeniden doğması gerekiyor ki? Bence, Doğu ve Batı kategorileri gibi tarihsel süreç kavramı da yeniden gözden geçirilmeli ve genç nesiller, geçmişi şimdiki zamanın işlevinde ve geleceğin perspektifinde huzur içinde incelemekten keyif almaya yönlendirilmelidir. Arkamızda büyük modeller, büyük öneriler var. Onların "Doğulu" mu yoksa "Batılı" mı olduklarına bakmaksızın, yeni sentezler arayışında bunları değerlendirelim.
SAVAŞA KARŞI ‘BİZİM ADIMIZA DEĞİL’ HAREKETİ
Pek çok meslektaşınızın yakında sesini duyuracağını belirtmiştiniz. İtalyan ve Avrupalılar olarak somut olarak hangi adımları atmayı planlıyorsunuz?
Şu anda fikir ve imza topluyoruz. Acil amacımız, Rusya-Ukrayna ve İsrail-Filistin çatışmalarını sona erdirmektir. Bu çatışmalar, mevcut durumda (belki de bazı ilgili güçlerin kasıtlı olarak) bir üçüncü dünya savaşının hazırlandığı izlenimini vermektedir. Şimdilik, İtalyanca "Non in Nostro Nome" (NNN - Bizim Adımıza Değil) adıyla basit bir "eylem grubu" kurduk. Bu grup, bir dernek, bir hareket ya da bir siyasi parti haline gelebilir veya bir savaş tehlikesi geçtiğinde ve Avrupa kurumlarının reformu tamamlandığında dağılabilir.
KİMSE ‘BU BENİ İLGİLENDİRMEZ’ DEMEMELİ
Avrupalı entelektüellerin ve bir bütün olarak Avrupalı vatandaşların sorumluluklarının neler olduğunu düşünüyorsunuz? Buradan yapmak istediğiniz bir çağrı var mı?
Yanıt eski bir deyişte saklı: "Umursuyoruz." Ne olursa olsun, geri çekilemeyiz. Hiçbir zaman, "Bu beni ilgilendirmez" diyemeyiz. "Bunu bilmiyordum", "Bu benim işim değil", "Buna gücüm yetmez", "Bu benim çıkarıma değil", "Bunu yapmaya cesaret edemem" gibi eski mazeretlerden kurtulmalıyız. Papa Francis'in dediği gibi en önemlisi "ben" kelimesini mümkün olduğunca az, "biz" kelimesini ise en çok kullanmaktır; "hak" kelimesini en az, "görev" kelimesini en çok kullanmaktır; "sahip olmak" fiilini en az, "olmak" fiilini ise en çok kullanmaktır.