Türk Kadını ve Fatma Aliye
Soru sormak, bilimsel yaklaşımın en temel unsurlarından biridir. Adını çoğu aydınımızın bile duymadığı birini size tanıtmaya çalışacağım. Bu kişi, “bir kadın romanlarını okuduğunuzda, Dünya Edebiyaında, gerçekçilik üzerine en güzel romanları yazmış “bir kadın” diyeceğinize eminim. Bir kadın kelimelerini (belirtisiz isim tamlamasını) tırnak içinde yazmamın nedeni 1889-1890’da Fransızcadan çevirdiği roman.
Bu romanın adı Meram (Volente) yazarı Georges Ohnet. Emek harcadığınız, belki uykusuz geceler geçirdiğiniz bir eserin yayınlanması sürecinde isminizi kullanamamak ne kadar üzücü bir durum. Daha can acıtıcı kısmı ise az önce bilerek tırnak içinde yazdığım “bir kadın” mahlasının yayınlanan kitapta yazar ismi olarak kullanılmış olması. Çeviri kitabın yayınlandığı dönem, Tanzimat edebiyatının tüm ağırlığının hissedildiği yıllar. Edebiyatın önde gelen isimleri arasında çok ciddi tartışmalar yaşanıyor Meram kitabının çevirmeniyle ilgili. Size komik gelecek, tartışmalar çevirinin içeriği, kelime hataları, imlâ eksiklikleriyle ilgili değil. Bu kitabı “bir kadın”ın çevirmediğiyle ilgili. Yanlış okumadınız, bir edebî eseri, sadece erkeklerin o dönemin Türkçesiyle yayınlayabileceği veya çevirebileceği düşüncesi hâkim.
Tüm bu önyargıları yıkan kadınımızın ismi Fatma Aliye. Sadece çeviri eserler yayınlamamış Türk kadını Fatma Aliye. Çevirilerle başladığı yolda romanlar (Hayattan Sahneler, Udî, Refet), felsefe (Tedkik-i Ecsam) ve tarih kitapları (Kosova Zaferi ve Ankara Hezimeti), İslâm’ın ilk zamanlarında yaşamış kadınların biyografilerini de ( Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân ) yazmış. Kadınlara ait en uzun süreli yayın olan Hanımlara Mahsus Gazete’nin en etkili kalemlerinden biri aynı zamanda.
FATMA ALİYE’NİN MEKTUPLARIFatma Aliye’yi, Hayattan Sahneler (Levâyih-i Hayat) kitabı ile tanımanızı öneririm. On bir mektup var bu eserde. Beş kadının birbirlerine yazdıkları bu mektuplar, bizi anlatıyor. Biz derken; kadınları, erkekleri, çocukları, doğayı… Evliliklerimizi, aşklarımızı, hatalarımızı, kısacası hepimizin bir rolünün olduğu Hayat Sahnesi’ndeki yerlerimizi okuyacaksınız. Yaşadığı her anı bir fotoğraf makinesi ile çekmiş gibi hissedeceksiniz. Bazen, çektiği bu görüntülerin içinde yer aldığınızı fark edeceksiniz. Belki, siyah-beyaz bir fotoğraf karesinde yer almanın verdiği samimiyeti yakalayacaksınız.
İlk fotoğrafı ilk mektupta detaylandırıyor Fatma Aliye: Kardeşine, sevdiği çiçeklerden bir buket hazırlıyor ve kardeşiyle gölgesinde nice sohbetler ettiği kayısı ağacından topladığı meyvelerden oluşan bir sepet gönderiyor. Aynı mektupta, kırk kelimelik bir cümle ile bir şairin taarruzunu betimliyor yazarımız. Cümlenin tüm öğelerini bulabileceğiniz, muhteşem planlanmış bir taarruz ile karşı karşıyasınız. Tam bu taarruza nasıl karşılık verebilirim diye düşündüğünüzde, yardımınıza koşuyor Fatma Aliye.
‘BİZİM AŞKIMIZ PEK BÜYÜKTÜR, DERYA GİBİDİR’İlk mektubun son kısmındaki aşk tanımıyla yapıyor bu yardımı: “Bizim aşkımız böyle değildir. Pek büyüktür, pek geniştir. Bu bir derya gibidir. İşte, sanki onun içine düşmüşüm de boğuluyormuşum gibi olduğumdan bu halimi anlatmaya da gücüm yokmuş. Ancak boğulduğum hâlde ben ölmüyorum.” diyor mektubu yazan kadın. Aşkın yarattığı boğulma hissi ve aşığın ölmüyor oluşu… Bir duygu, ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Aslında, burada, yazarın felsefe bilgisinin ne kadar derin olduğunu da gözlemliyoruz. İlerleyen mektuplarda bunu daha net gözlemleyeceğiz. Soyuttan somuta gidişinde verdiği örnekler öylesine çarpıcı ki felsefeyi ne kadar basit ve anlaşılabilir bir şekilde anlattığına tanık olacaksınız. İlmik ilmik örülen bir değerler manzumesini zihninize giyeceksiniz.
Mektupların güzelliği ve gerçekçiliği Fatma Aliye’nin içinde yaşadığı toplumu çok iyi gözlemlediğinin bir kanıtı aslında. Kelimelerle oynamayı seven bir sihirbaz izlenimi uyandırıyor okuyucuda. Bu ustalığın kaynağı da sevgi. Sevgiyi o kadar katıksız benimsemiş ki tüm mektuplarda bu hissi yakalıyorsunuz. Bir yandan çocuk, bir yandan anne, bir yandan da kadın Fatma Aliye yazıyor mektupları. Her üç karakter arasındaki geçişler öylesine belirgin ve o kadar yumuşak ki ılık bir lodosun estiğini ve zihninizi okşadığını fark ediyorsunuz.
YÜZ YİRMİ DÖRT KELİMEYLE BİTEN ARAYIŞHaz, hoşlanma ve meyve kelimelerinin anlatıldığı üçüncü mektupta cümleler öyle güzel bir yere götürüyor ki sizi; birden Neşet Ertaş türküsündeki gögül (gönül kelimesini Neşet Usta’nın söyleyiş şeklidir) kelimesi geliyor aklınıza. Haz, hoşlanma ve meyve kelimelerinden Yaradan’a ulaşma (çocuksu ve saf bir sevgi) yolculuğudur bu aslında. Çoğumuzun hayatında yıllarca sürer bu yolculuk. Fatma Aliye, bizim için bu yolculuğu kestirme yollardan giderek öyle bir kısaltır ki; yüz yirmi dört kelimeyle bir ömür süren arayışımız noktalanır. Bu çocuksu sevgi, içinde hiçbir zaman kötülük barındırmayan ve size şapşal şapşal gülen bir çocuk yüzüne baktığınız (Aslında aynada kendi çocukluğunuzla karşılıklı ellili yaşlardaki halinize bakıyor gibisinizdir) hissini uyandırır.
UDÎ ROMANIYLA MÜZİKLE DOLU BİR YOLCULUKHer mektupta gerçekçi Fatma Aliye’ye hayran kalacaksınız. Bu Türk kadınının eserlerini daha önce okumadığınız için belki de hayıflanacaksınız benim gibi. Fatma Aliye, Udî romanında bizi müzikle dolu bir yolculuğa çıkarır. Bedia, romanımızın ana karakteridir. Enstrüman çalma yeteneğini geliştiren Bedia, bu alanda üstat olarak bilinen erkeklere dahi ders verecek bir seviyeye çıkar. Fatma Aliye, romanlarında ilk kez bir erkek figürü ön plana çıkarır. Bedia’nın babası ile olan ilişkisinde, aile bireylerinin bir çocuğu nasıl şekillendirebileceği, öğretici ve teşvik edici bir rolü nasıl oynayabileceği konusu notaların uyumu ile anlatılır.
Baba-kız ilişkisi, adeta iki çocuğun oynadığı bir oyunu nasıl güzelleştiririz yarışına döner. Bu kısımda, öğrenme ile oyun oynama arasındaki ilişkinin birbiriyle ne kadar yakından ilişkili olduğunu fark ederiz. Sistem eleştirisinin de izlerini görmek mümkün bu romanda. Kadın, çaldığı enstrümanla erkek eğlencesinin bir çeşnisi mi olacaktır, yoksa kendi ayakları üzerinde duracak bir çaba içerisinde mi olacaktır sorusuna cevap verir. Bedia, Fatma Aliye gibi kararlı nettir. Çalışmanın, çabalamanın ve kendi arzularını gerçekleştirmenin verdiği mutluluğu yaşar Bedia.
TOPLUMSAL İLİŞKİLERE BİR ELEŞTİRİ: REFETRefet romanı, 1890’larda yaşanan kadın-erkek ilişkisinin çok iyi analiz edildiği bir romandır. Kendi ilişkilerimize dışarıdan bakma imkânı sunar bizlere. O tarihlerde de toplumun, erkeğe torpil geçtiğini fark edersiniz. Kadının ağırbaşlı olması gerektiği gözümüzün içine girer. Diğer taraftan eksiğini bilen erkek, irfan sahibi olarak gösterilir. Eksiğini bilen, bunu düzeltmeyen, yani, değişime direnen bir yapı ile karşı karşıyayız. Bu direnci oluşturan toplumun kendisidir demek ister yazarımız. Görmezden gelinen bu hataların erkekleri farklı konumlandırdığını anlatmaya çalışır.
Üç romanında da okuyucu ile konuşuyormuş gibi bir hisse kapıldım. Cümleler o kadar sade ve güzel kurulmuş ki bir ormanda yürüyor gibi hissediyorsunuz. Yaprakların hışırtısı ve rüzgârın sesi sizi dinginleştiriyor. Temmuzun sıcağında, yüzlerce yıllık bir çınarın gölgesinde serinliyorsunuz sanki.
Soru sormakla başlamıştık yazımıza. Birkaç soru sorarak tamamlayalım yazımızı. Günümüzde interneti kullanmayan veya gününün en az bir saatini internette geçirmeyen pek az insanımız olduğunu düşünüyorum. Telefonunuzda yer alan arama motoruna Fatma Aliye kimdir diye sormanızı rica edeceğim sizlerden.
İlk sırada gelen internet sözlüğünü açın ve üçüncü satırına kadar okuyun lütfen. Tabii ki daha fazlasını okuyabilirsiniz. Okurken çok şaşırdığım bir cümle var orada; Osmanlı Türkü diye bir isim tamlaması hiç duymamıştım. Belki sizler de duymadınız. Edebiyatla uğraşanlar için de bir tartışma konusu çıkar bu tamlamadan. Soru sormayı seven biri olarak aklıma gelen ilk şey şu oldu:
Bizler, yazarken de konuşma dilinde de Londralı İngiliz, Parisli Fransız, Berlinli Alman diyor muyuz? Tabii ki demiyoruz ve yazmıyoruz. O halde güzel bir soru sorma zamanı; her araştırmamızda ilk sırada gelen bu sözlük neden Türk kadını demiyor? Türk kelimesinin önüne getirdiği başka bir sıfatla, bir kimliği gizlemeye mi çalışıyor? Ordusunun kuruluş tarihini Milattan Önce 209 olarak kabul eden Türk Milleti’ne yapılan bu ayrımcılıkta bir art niyet aramak gerekmez mi?
FATMA ALİYE’LER BU MİLLETİN İÇİNDELER1890’larda Dünya edebiyatında kadın yazar neredeyse yok. Fatma Aliye’den 29-30 yıl sonra romanları yayınlanan kadın yazarlar çıkmış farklı farklı ülkelerde. Şu çıkarımı yapmak yanlış olmayacak sanki sistem içinde kendi değerlerimizi bize fark ettirecek yapı, aslında Devlet’in kendisi. Günümüzde gizli el diye adlandırılan yapı, doğru müdahalelerle hem kültürel gelişmenin önünü açabilir hem de yetiştireceği nesillere kendi tarihi ve kendi insanlarıyla gurur duyma olanağı sağlar. Kendine güvenli nesiller yetiştirmek için bir fırsattır bu aslında. Tomris Hatunlar, Kara Fatmalar, Halime Çavuşlar ve Fatma Aliyeler bu milletin içindeler aslında …