Pehleviler ve İsrail
Haber
28 Haziran 2025 - Cumartesi 16:39 Bu haber 182 kez okundu
 
Pehleviler ve İsrail
Şiî ulema, hem halkla kurduğu güçlü bağ hem de doğrudan siyasetin içinde yer almasıyla ikili bir kimlik geliştirmiştir: Devrimci ve milliyetçi. Bu tarihsel derinlik ve siyasi tecrübe gözönünde bulundurulduğunda, günümüzde İran’da yaprak kıpırdasa ‘rejim çöküyor’ söylemleri yanıltıcıdır.
Dünya Haberi
Pehleviler ve İsrail

TUBA ÇEBİ / AKADEMİSYEN

Günümüzde savaş olgusunun yalnızca siyasi ve iktisadi değil, aynı zamanda psikopolitik bir eksende de ele alınması gerekmektedir. Özellikle günlük yaşantının bir parçası haline gelen çatışmalar bağlamında, bu çok boyutlu değerlendirme kaçınılmaz hale gelmiştir. İran ile İsrail arasında yaşanan ve on günü aşkın süredir devam eden çatışmaların etkisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a yönelik saldırısı ve buna karşılık olarak İran’ın Katar’daki ABD üslerini hedef almasıyla daha da genişlemiş, ancak nihayetinde ateşkesle süreç dondurulmuştur.

Bu noktada akla gelen temel soru şudur: Trump destekli İsrail saldırılarının arkasındaki temel neden nedir? Başlangıçta nükleer protokollere aykırılıklar gerekçe gösterilerek başlatılan bu operasyon, günümüzde bir rejim değişikliğini hedefleyen daha geniş kapsamlı bir stratejinin parçası haline gelmiştir.

Uzun yıllardır İran’da toplumsal bir kıpırdanma yaşandığında, “Molla rejiminin çöküşü yaklaşıyor!” yönünde söylentiler ortaya atılmaktadır. Ancak bu tür öngörüler, çoğu zaman hem iç dinamiklerin hem de rejimin direncinin yeterince analiz edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Toplumun anayasal bir hakkı olan protesto eylemleri ise sıklıkla siyasi ve güvenlik bağlamında istismar edilmekte ve güvenlik zafiyeti oluşturulmaktadır.

Örneğin 2022 yılında İran ahlak polisleri tarafından gözaltına alınan Mahsa Amini’nin ölümüyle patlak veren protestolar, yalnızca İran içinde değil, uluslararası kamuoyunda da büyük yankı uyandırmış, gözler yeniden İran’a çevrilmiştir. Ülkenin dört bir yanına yayılan kitlesel gösteriler sırasında rejimin çökeceğine dair iddialar bir kez daha dile getirilmiştir. O dönemde eski İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin oğlu Rıza Pehlevi, Amerika’dan topluma destek mesajları vermiştir. Bu gelişmeler, 1979 İslam Devrimi sürecinde olduğu gibi, kitlesel protestolardan yeni bir devrim üretilebileceği ve bunun Pehlevi ailesi için bir geri dönüş kapısı aralayabileceği yönünde yorumlara neden olmuştur. Ancak İran’daki mevcut rejim, bu süreci hem güvenlik hem propaganda düzeyinde etkin biçimde yönetmeyi başarmıştır. Kitlesel hareketin rejimi tehdit eden bir boyuta ulaşmasını engellemiştir.

FETVA MAKAMINDAN DEVLET YÖNETİMİNE DOĞRU ŞİÎ ULEMA

 

Şiî ulemanın devlet yönetimindeki rolü, yalnızca son kırk yıla özgü bir gelişme olmayıp, kökleri yüzyıllar öncesine dayanan bir tarihsel arka plana sahiptir. Bu nedenle, İran’da din ve iktidar ilişkisi bağlamında Şiî ulemanın siyasal pratiklerini incelemek, günümüzü daha iyi anlamak açısından büyük önem taşımaktadır. İran’daki dini otoritenin meşruiyet kaynağı olan fetva makamı ile siyasal pratikler tarih boyunca iç içe geçmiş bir yapı arz etmiştir.

Safevîler dönemine kadar İran coğrafyasında Sufi tarikatlar etkili olmuş, halk bu tarikatlara yalnızca dini bir aidiyetle değil, aynı zamanda tarihsel travmaların doğurduğu güvenlik ihtiyacıyla da bağlanmıştır. Özellikle Moğol istilası sonrası ortaya çıkan siyasal istikrarsızlık ve merkezi otoritenin zayıflığı, halkı yerel düzeyde örgütlenmiş dini yapılarla yakınlaşmaya itmiştir. Bu durum, toplumun dinî organizasyonlara karşı geliştirdiği aidiyetin zamanla kurumsallaşmasına ve Şiî ulemaya alan açmasına neden olmuştur.

Her ne kadar Karakoyunlular, İlhanlılar ve Büveyhîler döneminde Şiî ulemanın bölgedeki etkinliği artmış olsa da, esas dönüşüm Safevîler döneminde yaşanmıştır. Safevî Devleti’nin kurucusu Şah İsmail, bir yandan Sufi tarikatların etkisini kırarken, diğer yandan Şiî ulemayı devletin merkezî bir unsuru hâline getirmiştir. Devletin mezhebi olarak İmâmiyye Şiîliği’ni (On İki İmamcı Şiîlik) kabul eden Şah İsmail, kendisini bu kayıp imamın meşru temsilcisi olarak konumlandırmıştır.

Şiî ulemanın devlet yapısındaki kurumsallaşması da bu dönemde hız kazanmıştır. Şah İsmail, Lübnan’daki Cebel-i Âmil bölgesinden, Bahreyn ve Necef’ten önemli Şiî âlimleri İran’a davet ederek, bu yeni mezhebi yapılanmayı güçlendirmiştir. Şii ulemanın en üst düzey temsilcisi konumundaki Sadr makamı, şah ile dini kurumlar arasında doğrudan bir irtibat noktası işlevi görmüştür. Bu yapı, Şiî ulemanın sadece dini değil, aynı zamanda siyasi otoriteye ortak olduğu bir düzenin temellerini atmıştır.

KAÇAR DÖNEMİNDE Şİİ ULEMANIN DEVLET İÇİNDEKİ KONUMU

Şiî ulemanın devlet içindeki konumlanışı ve nüfuzu, Kaçarlar döneminde önemli ölçüde değişim göstermiştir. Safeviler döneminde doğrudan Şah’ın iradesine tâbi olarak hareket eden Şiî ulema sınıfı, Kaçarlar döneminde daha özerk ve etkili bir yapı hâline gelmiştir. Kaçar hanedanı, dini bir misyon taşımamakla birlikte, Şiî ulemayı halk nezdinde tek meşru dini otorite olarak tanımış ve böylece kendi siyasi meşruiyetini bu yapının desteğiyle sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Safeviler döneminde olduğu gibi Kaçar şahları kayıp imamı temsilen herhangi bir iddiada bulunmamış, bu temsiliyet doğrudan Şiî ulemalara geçmiştir.

Bu süreçte Şiî ulema hem maddi hem de manevi anlamda güç kazanmış, buna paralel olarak siyasal alanda daha aktif bir rol üstlenmeye başlamıştır. Kaçar şahları tarafından mali olarak da desteklenmeye devam edilen ulema, zamanla sadece dini bir figür olmaktan çıkarak toplumsal hareketlerde belirleyici bir aktör konumuna gelmiştir. Halkın çeşitli toplumsal ve ekonomik sorunlar sebebiyle iktidara karşı gerçekleştirilen protestolarda, mollalar çoğu zaman destekleyici ve yönlendirici bir rol üstlenmiştir.

Özellikle İran’da Rus ve İngiliz etkisinin arttığı 19. yüzyıl sonlarında, Şii ulema sınıfı giderek daha fazla muhalif bir duruş sergilemeye başlamış, bu bağlamda yerel direniş hareketlerinin öncülüğünü üstlenmiştir. Bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biri, 1890 yılında İngiltere’ye verilen Tütün İmtiyazı’na karşı gelişen halk tepkisidir. Şiî ulema, tüccarlar ve esnafla birlikte aynı cephede yer alarak Kaçar yönetimine karşı kitlesel bir muhalefet örgütlemiştir. Dini otoritenin meşru temsilcisi konumundaki din adamları, fetvalar aracılığıyla toplumun tüm kesimlerine ulaşarak tütün ürünlerinin kullanılmaması yönünde boykot çağrısı yapmış ve bu yolla doğrudan siyasal iktidarı hedef almıştır.

1905 yılında gerçekleşen Meşrutiyet Devrimi, Şiî ulema, entelektüeller ve esnaf arasında kurulan geçici bir koalisyonun sonucudur. Bu hareket, Kaçar şahına anayasal bir yönetimi kabul ettirmiş ve siyasal sistemin meşruiyetini yeniden tanımlamıştır. Aynı süreçte İmamiyye Şiîliği (On İki İmam Mezhebi) de resmi mezhep olarak ilan edilmiştir. Böylece Şiî ulema, anayasal sistemin kurulmasında da kurucu bir rol üstlenmiş ve İran’daki siyasi yapının şekillenmesinde belirleyici bir aktöre dönüşmüştür.

Safevîler döneminde kurumsallaşan sayısız vakıf ve dini bağışlar, Kaçarlar döneminde de varlığını sürdürerek Şiî ulemanın toplumla olan ilişkisini pekiştirmiştir. Bu süreklilik, yalnızca bir dini temsil değil, aynı zamanda sosyolojik ve siyasal etkinin kurumsal temelini oluşturmuştur. Özellikle Kaçar döneminde Şiî ulema, hem halkla kurduğu güçlü bağ hem de doğrudan siyasetin içinde yer almasıyla ikili bir kimlik geliştirmiştir: Devrimci ve milliyetçi. Bu bağlamda, dönemin yoğun ekonomik krizleri, kapitülasyonlar ve dış müdahaleler, Şiî ulemanın muhalif duruşunu besleyen başlıca unsurlar olmuştur.

1925 yılında Rıza Pehlevi’nin iktidara gelmesiyle birlikte, ulema-devlet ilişkisi yeni bir boyut kazanmıştır. Rıza Şah’ın çok yönlü modernleşme politikaları ve Batılılaşma hedefi kapsamında eğitim alanında da köklü reformlar hayata geçirilmiştir. Din eğitimi devletin denetimine alınmış, medreselerin etkinliği azaltılmış ve yeni nesil din adamlarının da dâhil olduğu öğrenci grupları Avrupa’ya gönderilerek Batı standartlarında eğitim almaları sağlanmıştır. Bu dönüşüm, din adamlarının düşünsel evrenini hem genişletmiş hem de Batı’ya yönelik eleştirilerini daha entelektüel bir zemine oturtmalarına olanak tanımıştır. Böylece Şiî ulema, sadece geleneksel dini bilginin taşıyıcısı değil, aynı zamanda iç ve dış politikada söz sahibi entelektüel aktörler hâline gelmiştir.

Safeviler’den itibaren geçen yüz yılı aşkın süre zarfında Şiî ulemanın geçirdiği dönüşüm, onların 1979 İslam Devrimi’nde neden belirleyici bir güç olduğunu da açıklar niteliktedir. Devrime birçok toplumsal kesim katılmış olsa da hem ideolojik liderlik hem de siyasi organizasyon düzeyinde öncülük Şiî ulema tarafından yürütülmüştür.

Bu tarihsel derinlik ve siyasi tecrübe göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde İran’da yaprak kıpırdasa ‘rejim çöküyor’ şeklindeki söylemlerin yüzeysel ve yanıltıcı olduğu görülmektedir. İsrail’in başlattığı ‘Yükselen Aslan Operasyonu’ sonrasında bu tür söylemler yeniden gündeme gelmiştir. Operasyonun ardından Pehlevi ailesinin veliahtı Rıza Pehlevi, İsrail desteğiyle halka rejime karşı devrim çağrısı yapmıştır. Ancak bu çağrının sahadaki etkisi sınırlı kalmıştır.

‘Yükselen Aslan Operasyonu’, İsrail açısından yalnızca askeri bir hamle değil, aynı zamanda teolojik ve tarihsel bir gönderme de taşımaktadır. Operasyonun adı, Pehlevi hanedanının İslam devrimi öncesinde kullandığı, güneş ve aslan motifli bayrağa açık bir referans içermektedir. Bu sembolizm, İsrail’in yalnızca mevcut rejime değil, aynı zamanda İran’ın devrim sonrası kimliğine yönelik sembolik bir meydan okuma niteliği de taşımaktadır.

PEHLEVİ HANEDANI İLE İSRAİL İLİŞKİLERİ

İran’ın Pehlevi Hanedanı döneminde İsrail ile geliştirdiği ilişkiler, Orta Doğu’nun siyasi dengeleri açısından sıra dışı bir örnek teşkil etmektedir. Resmi olarak diplomatik ilişki bulunmasa da, özellikle Muhammed Rıza Pehlevi döneminde İran ile İsrail arasında çok yönlü ve stratejik bir işbirliği gelişmiştir. 1950’li ve 1960’lı yıllarda İran ile İsrail arasında özellikle istihbarat (MOSSAD-SAVAK işbirliği), enerji, tarım teknolojisi ve askeri eğitim alanlarında güçlü bir koordinasyon kurulmuştur.

İsrail’in İran’a tarımda damlama sulama tekniklerini öğretmesi ve İran petrolünün İsrail üzerinden Akdeniz’e taşınması bu işbirliğinin somut örneklerindendir.

Bu ilişkilerin arka planında ortak düşman algısı da etkili olmuştur. Hem İran hem İsrail, Arap milliyetçiliği ve özellikle Mısır lideri Cemal Abdül Nasır’ın politikalarını tehdit olarak görmekteydi. Bu bağlamda iki devlet, Soğuk Savaş’ın şekillendirdiği ortamda ABD’nin bölgedeki iki önemli müttefiki olarak konumlanmıştır.

1979 İslam Devrimi ile birlikte İran-İsrail ilişkileri tamamen kopmuştur. Günümüzde Pehlevi Hanedanı’nın yurt dışındaki temsilcileri, bu tarihsel ilişki üzerinden eleştirilmekte ya da Batı’yla yeniden kurulacak köprüler açısından bir miras olarak sunulmaktadır.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, özellikle İran’ın nükleer programı karşıtlığı üzerinden rejim değişikliği talep etmektedir. Rejim değişikliği talepleri, İran’daki siyasi yapının meşruiyetini zayıflatmayı ve bölgedeki İsrail karşıtı unsurları azaltmayı hedeflemektedir.

Ancak İran rejiminin köklü tarihsel yapısı ve toplumdaki geniş tabanlı dini-siyasi desteği, bu tür dış müdahale çağrılarını etkisiz kılmakta, bölgesel istikrarsızlık risklerini artırmaktadır. Dış müdahale yoluyla bir ülkede rejim değişikliği hedeflemek, hem demokrasi ilkeleri hem de uluslararası hukuk açısından ciddi sorunlar barındırır. Demokrasi, halkın kendi siyasi kaderini tayin etme hakkını esas alırken, dışarıdan dayatılan değişim girişimleri bu temel hakkı zedeler. Rejim ne kadar otoriter olursa olsun, değişimin meşru zemini ancak o ülkenin halkının iç dinamikleriyle şekillenmelidir. Ayrıca Birleşmiş Milletler Şartı başta olmak üzere uluslararası hukuk normları, devletlerin egemenliğine ve iç işlerine karışmama ilkesine açıkça vurgu yapar. Bu çerçevede, Pehlevilerin desteklenmesi ya da İsrail gibi dış aktörlerin rejim değişikliği çağrıları, yalnızca etik ve hukuki açıdan değil, uzun vadeli istikrar ve toplumsal barış açısından da riskli ve işlevsiz bir strateji olarak değerlendirilmelidir.

Tarihsel süreç incelendiğinde, İran’daki Şiî din adamlarının yalnızca dini figürler değil, aynı zamanda devlet inşasında ve toplumsal mobilizasyonda köklü birer siyasi aktör oldukları açıkça görülmektedir. Safevilerden Kaçarlara, Pehlevi döneminden 1979 Devrimi’ne ve günümüze kadar Şiî ulema hem iktidarla hem de halkla kurduğu çift yönlü ilişki sayesinde meşruiyetini derinleştirmiştir.

Bu tarihsel tecrübe ve kurumsal yerleşmişlik, dış müdahale çağrılarını içten dönüştürebilecek bir siyasi bağışıklık oluşturmuştur. Bu bağlamda, Pehlevi ailesinin sürgündeki üyeleri ya da Netanyahu gibi dış aktörlerin rejim değişikliği yönündeki çağrıları, İran’ın din-siyaset geleneğini ve din adamlarının halk üzerindeki nüfuzunu gözardı ettiği ölçüde sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. İran’daki mevcut rejimi yıkma hedefi, askeri ya da diplomatik baskıyla mümkün değildir. Aksine bu tür çağrılar, içeride milli refleksleri güçlendirmekten öteye geçemeyecektir.

Kaynak: Editör:
Etiketler: Pehleviler, ve, İsrail,
Yorumlar
Haber Yazılımı