Demokrasi konsepti ile paralel yürüyen halkı yönetme düşüncesi, bireylerin farkında olmadan manipüle edilmesi riskini taşır ve “doğru” seçeneğin kim tarafından belirlendiği sorusunu gündeme getirir. İnsanların farklı ihtiyaç ve önceliklerini göz ardı ederek standart insan ve sürü yönetimi gibi tek bir en iyi seçeneği dayatmak, bireysel çeşitliliği sınırlayabilir. Ayrıca, bireylerin pasifleşmesine yol açarak kendi kararlarını sorgulama becerilerini zayıflatacağını düşündürmektedir.
Modern ekonomik sistemlerde devletler, ekonomik büyüme ve rekabet gücünü artırmak amacıyla büyük şirketlere destek sağlamayı öncelik haline getirmiştir. Ancak bu yaklaşım, piyasa düzenlemelerinin gevşetilmesi ve kamu kaynaklarının özel sektör lehine yönlendirilmesiyle, bireylerin ekonomik güvenliğini şirketlerin insafına bırakma riskini de beraberinde getirmiştir. Devletin, şirketlerin yatırım ve üretim süreçlerine odaklanarak halkın temel ihtiyaçlarını ihmal etmesi, gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleştirmiş ve toplumsal eşitsizlikleri artırmıştır. GSYİH büyümesi ve şirketlerin büyümesini önceliklendiren bu politika, sosyal refahın ikincil plana itilmesine ve devletin, toplum üzerindeki koruyucu rolünü giderek kaybetmesine yol açmıştır. Bu durumu, neoliberal ekonomi politikalarının doğrudan bir yansıması olarak değerlendirmek mümkündür. Özellikle deregülasyon ve özelleştirme politikalarının hız kazandığı son yarım yüzyılda, devletin piyasa üzerindeki denetim gücü azalmış, büyük şirketlerin ekonomik ve siyasi alan üzerindeki etkisi güçlenmiştir. Bunun sonucu olarak, bireylerin ekonomik hakları ve sosyal güvenlikleri zayıflamış, şirketlerin kâr maksimizasyonu odaklı politikaları toplumsal çıkarların önüne geçmiştir. Aslında bunlar 20. asırda övgü ile ekonomi sınıflarında bize anlatılan liberal eksenli düşünürler mahsulüdür.
YARATICI YIKIM DEVLETLERİ BİLE ELE GEÇİRDİ
Bugünün dünyasında, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” diye övgüler dizdiği o dinamik kapitalizm, kendi canavarlarını yaratmış durumda. Dev şirketler, Friedman’ın hayal ettiği “serbest piyasa” cennetinin melekleri değil, insanlığın üzerine çöken birer Leviathan oldular. Öyle ki, bu “yaratıcı yıkım” canavarları, yenilikleri birer silaha dönüştürerek devletleri bile ele geçirmiş durumdalar. Hayek’in “bilginin dağınıklığı” ile ördüğü özgürlük teorileri, şimdi algoritmaların ve veri tekellerinin hüküm sürdüğü dijital karanlıkta kayboluyor. İnsan, kendi yarattığı sistemin Hegel’ci diyalektiğinde bir köleye dönüştü: Efendi ile kölenin yer değiştirdiği bu sahnede, devletler bile şirketlerin gölge iktidarlarına boyun eğmektedir.
Schumpeter, kapitalizmin ruhunu girişimcinin yenilikçi ateşi ile tanımlarken, bugünün dev şirketleri bu ateşi söndürüyor. Rekabet değil, tekelleşme; yaratıcılık değil, patent duvarları. “Yıkım” artık yaratıcı değil, insanın geçim kaynaklarını, saf özgürlüklerini, adalet algılarını, mahremiyetini ve hatta iradesini yok ediyor. Friedman’ın “özgürlük” naraları, şirketlerin vergi cennetlerinde ve lobi koridorlarında yankılanırken, halkın refahı, devletin elinde bir Sisifos taşına dönüşüyor. Devlet, artık vatandaşını koruyan bir Hobbes’cu otorite değil, şirketlerin çıkarlarını kollayan bir bekçi.
Hayek’e göre merkezi planlama, totalitarizmin habercisiydi. Peki ya şimdi? Amazon’un depoları, Meta’nın veri sunucuları, Google’ın algoritmaları, Musk’in uyduları… Bunlar yeni bir merkezi planlama biçimi değil mi? Hayek’in korktuğu “kölelik yolu”, devletin değil, şirketlerin inşa ettiği bir otoyola dönüştü. Fiyat sinyalleri, artık piyasanın değil, şirketlerin manipülasyonunun bir aracı. İnsan, Kant’ın özerk bireyi olmaktan çıkıp, tüketim çarkında bir nesne haline geldi. Devletler ise bu çarkın dişlilerini yağlamakla meşgul.
Bu sistemde halkın refahı, bir Kafkaesk bürokrasi ile savunuluyor: Yasal düzenlemeler, şirketlerin avukat orduları karşısında eriyor. Çalışan hakları, “esneklik” adı altında metalaşıyor. Marx’ın yabancılaşması, ekran başında geçirilen saatlerde beden buluyor. Schumpeter’in “kapitalizmin kendi mezarını kazacağı” kehaneti, belki de gerçek oluyor; ama mezar, şirketler tarafından insanlığın ortak vicdanına kazınıyor.
Bunların ulus devletler tarafından düzeltilmesini beklerken D. Trump yemin töreninde milyarderlere verdiği önem ve E. Musk için devlet içinde görev tanıması daha da sıkıntılı döneme giriş yapılacağının işaret etmektedir.
GÖZETİM KAPİTALİZMİ
Donald Trump’ın 2025’teki yemin töreninde bir araya gelen teknoloji devlerinin o fotoğrafı, tarihin garip bir cilvesiydi adeta. Bezos’un vakur duruşu, Musk’ın o meşhur “Mars’a gideceğiz” bakışı, Zuckerberg’in donuk ifadesi… Sanki Auguste Comte’un hayalini kurduğu “pozitivist ütopya”nın rafine edilmiş, ama bir o kadar da ürkütücü bir versiyonunu izliyorduk. Max Weber’in “demir kafes” dediği bürokratik çarklar, artık devlet dairelerinde değil, Silikon Vadisi’nin veri merkezlerinde dönüyor. Marx’ın 19. yüzyılda fabrika bacalarında gördüğü sömürü, 21. yüzyılda bulut bilişimin sisler arasında yeniden hayat buluyor.
Elon Musk; 420 milyar dolardan fazla servetiyle, teknoloji sektöründe özgürlük, çevresel kısıtlamaların kaldırılması ve uzay yatırımlarının genişletilmesiyle ilgileniyor ancak 4 yaşında oğlunu yanından ayırmıyor.
Jeff Bezos; 200 milyar doları aşan servetiyle, daha az vergi yükü ve Amazon'un küresel ticaretini genişletme peşinde.
Mark Zuckerberg; 200 milyar dolarlık servetiyle, Meta'nın dijital alan üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak ve gücünü azaltabilecek düzenlemeleri engellemek istiyor.
Sundar Pichai; Google ve Alphabet'in CEO'su; yıllık geliri 280 milyar doları aşan bir şirketi yönetiyor.
Ama asıl trajedi, hepimizin –bilerek ya da bilmeyerek– bu enformasyon plantasyonlarında köleleşmesi. Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” dediği bu düzende, her Google aramamız, her İnstagram kaydırmamız, hatta akıllı saatlerimizdeki nabız ritmimiz bile davranışsal artı değere dönüşüyor. Nietzsche’nin “güç istenci” artık machinelearning modellerinde kodlanıyor; özgür irade dediğimiz şeyse, Thaler ve Sunstein’ın “dürtme”leriyle sınırlı bir illüzyona dönüşüyor. Çünkü 2025’e gelindiğinde, devlet ile şirketler arasındaki sınırlar, neoliberalizmin son hamlesiyle nerdeyse tamamen silinmişti.
Veri, algoritma, net ve yapay zeka artık yalnızca “yeni petrol” değil, aynı zamanda devletlerin bile teslim olduğu bir silahtı. Thaler ve Sunstein’ın “Liberteryen Paternalizm”i, iktidarlar özelikle Trump’ın “dürtme” ekibiyle birleşerek, seçmen davranışlarını yönlendirmek için Meta’nın algoritmalarını kullanmaktadır. Musk’ın Neuralink’i, insan beynine yerleştirdiği çiplerle “özgür irade”yi yeniden tanımlarken, Amazon’un yapay zekası, sosyal yardım programlarını yönetmek için devletle imzaladığı sözleşmelerle adeta “dijital Leviathan”a dönüşmüştü.
YENİ DÜZENDE HALKIN ROLÜ
Devletler ise bu yeni dünyanın hızına yetişemeyen 19. yüzyıl buharlı trenleri gibi gıcırdıyor. Hobbes’un “Leviathan”ı, Apple’ın 2 milyar aktif cihazı karşısında çaresiz. Çin Komünist Partisi’nin 98 milyon üyesi, Facebook’un 3 milyar kullanıcısının veri gücü yanında paleolitik kalıyor. Elon Musk’ın “devletsiz şirket” vizyonu, Herbert Spencer’ın sosyal Darwinizm’ini cyborglaştırıyor: En güçlü algoritma ayakta kalacak, gerisi metaverse’ün dijital çöplüğüne atılacak.
Ulus-devletlerin çöküşü, 2025’te ivme kazanan artık bir gerçekliktir. Google Haritalar, Meksika körfezini bir gecede Amerika körfezi olarak değiştirerek sınırları yeniden çiziyor; Facebook’un moderasyon algoritmaları, hangi etnik grupların “şiddet eğilimli” olduğuna karar veriyor. Batı demokrasilerinde insanlar, devletin sunduğu sağlık hizmetlerinden çok, Apple Watch’larının “sağlık puanı”na güveniyor ve gelir adaletsizliği ise dijital feodalizmi beslemektedir. Muskin tek başına serveti 150 ülke gelirinden ve Bezos’un serveti, Afrika’nın en fakir 20 ülkesinin toplam GSMH’sini aşarken, Amazon’un depo çalışanları, 19. yüzyıl fabrika işçilerinden farksız koşullarda çalışmaktadır.
Pierre Bourdieu’nün “sembolik sermaye” dediği şey, artık TikTok’ta kaç beğeni aldığınızla ölçülüyor. Uber sürücüleri, 19. yüzyıl dokuma işçilerinin prekaryalaşmış torunları. Adam Smith’in “görünmez el”i, artık OpenAI ve Stanford’daki yapay zeka laboratuvarlarında kodlanıyor. Peki ya bizler? Bizler, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünü “Devlet öldü, yaşasın algoritmalar!” diye güncelleyen dijital serflere dönüşmeden önce ne yapacağız?
Peki bu yeni düzende halkın rolü neydi? 19 ve 20 asırda adata şiar edilen “özgür seçim” illüzyonuyla yetinen kitleler, 2025’te algoritmalar tarafından “kişiselleştirilmiş gerçeklik baloncuklarına” hapsedilmişti. Netflix’in öneri algoritması sadece siyasi tercihleri değil kökü bin yıllara dayanan aile kutsallığını aforoz ederek yeniden şekillendirirken, Uber’in ücretlendirme modeli, sosyal sınıfları otomatik olarak ayrıştırıyordu. Zuboff’un deyimiyle “davranışsal artı değer”, insanlığı metalaştırmanın yeni bir aşamasına ulaşmıştı: Duygularımız, korkularımız, hatta rüyalarımız bile veri madenciliğinin bir parçasıdır.
Belki de çözüm, Marx’ın dediği gibi “tarihin tekerrür etmesinde” yatıyor: Ama bu kez maden ocaklarında değil, veri madenciliğinin karanlık dehlizlerinde… Belki de Adorno’nun dediği gibi, “Yanlış hayatın doğru yaşanması mümkün değil.” Şirketlerin iktidarı, Foucault’cu bir iktidar ağına dönüştüğünde, direniş nerede başlar? İnsan, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” ile yüzleşirken, vicdanını nasıl korur? Belki de çözüm, Rousseau’nun “toplum sözleşmesi”ni yeniden yazmakta: Özgürlüğü, piyasanın değil, insan onurunun üzerine inşa etmektir.
Ama şimdilik, devletlerin suskunluğunda her “indirim kampanyası”, her “kullanıcı sözleşmesi”, bize bir gerçeği fısıldıyor. Özgürlük, artık satın alınabilir bir meta değil; satılığa çıkarılmış bir illüzyon. Veri mülkiyetinden dijital mahremiyete, algoritmik şeffaflıktan siber sendikalara uzanan yeni bir direniş hattına ihtiyacımız var. 19. yüzyıl işçileri nasıl sendikalar kurduysa, 21. yüzyılın enformasyon proletaryası da kendi kooperatiflerini örmeli. Yoksa Hobbes’un uyarısı güncellenmek zorunda kalacak: “Platformokraside hayat; algoritmik, zavallı, vasat ve kısa olacak.”