- Gerici rüzgarlar karşısında bu savrulmanın kuşkusuz en önemli nedeni, ulusal tarihimizden ve devrimci köklerimizden kopmak, uzaklaşmaktı. Oysa çok uzağa gitmeye hiç gerek yok, 1960’larda, 68’lerde Türkiye sosyalist hareketinin, her eğilimden, önde gelen liderlerinin, bugünden baktığımızda sanki söz birliği etmişçesine, devrimci milliyetçiliği nasıl savunduklarını görmekteyiz.
Türk milletini, Türk milliyetçiliğini savunmak sosyalizmle bağdaşmaz türünden saçma iddiaların Batı merkezli sol bir hurafe olmaktan öte bir anlam taşımadığının, aksine milliyetçi / ulusalcı olunmadan sosyalist olunamayacağının kanıtlarını aşağıda sunuyoruz. Aynı şekilde, ülkücü-milliyetçi pencereden bakıldığında da, yine Batıcı-emperyalist ideoloji ve kurgunun tam tersten okunuşunu görmekteyiz. İkisini yazı-tura olarak aynı parada bütünleştiren düşünce ise, emperyalizme bağımlılık ve onun böl ve yönet stratejisidir. Yani, emperyalizmin baskı, sömürü ve tehdidi altındaki ezilen bir ülkede, milliyetçilik ekseninden bakıldığında da, tutarlı bir milliyetçiliğin sosyalist olmayı ya da en azından sosyalizmle, sosyalistlerle işbirliği, dayanışma içinde olmayı gerektirmektedir. Kuşkusuz sosyalisliğin buradaki temel koşulu, tam bağımsızlığı ve ulusun bütünlüğünü savunmaktır.
- 27 Mayıs Anayasası ve Kemalizmin Milliyetçilik ilkesi
27 Mayıs Devrimi, 1945’lerden sonra karşıdevrimle birlikte girilen “küçük Amerika” sürecine karşı Kemalizmin ikinci büyük atılımıdır. Bununla birlikte, ABD ve NATO’ya bağımlılığa kökten son verecek, Atlantik sisteminin dışına çıkacak derinlikte bir antiemperyalist enerjiye ve programa sahip değildi. Yani 27 Mayıs Anayasası’nın antiemperyalizmi ve devrimciliği, 1937’de son şeklini alan Altı Ok’ta ifadesini bulan antiemperyalist ve devrimci içeriğin gerisinde kalıyordu. Bu sınırlılığı, 1961 Anayasası’nda, Altı Ok’taki Devrimcilik ve Milliyetçilik, Devletçilik ve Halkçılık ilkeleri çıkarılıp yerine emperyalist kapitalist sistemin çözümü olan “insan hakları” ve “sosyal devlet” kavramlarının konmasında görmekteyiz.(1)
1937 Anayasası’nda Türk Devrimi’nin programını ve devletin niteliklerini belirleyen 2. Madde şöyledir: “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir.”
27 Mayıs Anayasası’nda ise devletin nitelikleri şöyle belirleniyor: “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Kurucu Meclis’te en yoğun tartışma milliyetçilik ilkesi üzerinde yapıldı. Milliyetçilik, Temsilciler Meclisi’nde üç kez oylandı ve CHP’nin yönlendirdiği temsilcilerin oylarıyla üç kez açık farkla reddedildi. Kısacası, Ecevit’in liderliğindeki, sosyal demokratlaşarak Batı’yla bütünleşmeye yönelen “sosyal devlet”çi kanat, özellikle antiemperyalist devrimci milliyetçi Kemalist ilkeleri Anayasa’dan da CHP’den de çıkarmıştır.
Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi Mümtaz Soysal’ın, 1968’de yayımladığı Anayasaya Giriş kitabında milliyetçiliğin, devletin nitelikleri arasından çıkarılması konusundaki eleştirisi bu açıdan anlamlı ve öğreticidir:
“Anayasanın yapılışında, ulusçuluk kavramının Batı Avrupa ülkelerindeki gelişmelerinden farklı olarak, Üçüncü Dünya ülkelerinin birçoğunda kazandığı yepyeni anlam da gözden kaçtı. Bu ülkelerde ulusçuluk gerçek bir ‘ekonomik’ nitelik almakta, ulusal kaynaklara sahip çıkma, ulusu yabancı çevrelerin ‘ekonomik’ egemenliğinden kurtarma, iç ve özellikle dış sömürüyü durdurma amaçlarına doğru yönelmektedir. Türkiye’de de son yıllarda ulusalcılığın Batı Avrupa tarihinde görülmeyen böyle yeni bir olumluluğa ve ekonomik yapıcılığa doğru geliştiği göze çarpıyor. Fakat Anayasa’nın hazırlanışı sırasında bu nokta tam anlamıyla açıklığa kavuşmadığı ve açıkça tartışılmadığı için, Anayasa’da böyle bir ulusçuluğun yankısını kesin olarak bulmak mümkün değil.”(2)
- YÖN Hareketi’yle Halkçılık-Milliyetçilik bütünlüğünün yeniden kurulması
Hatırlanacağı gibi 1960’lar, Asya, Afrika, Latin Amerika halklarının dünya çapında devrimci bir fırtınaya dönüşen ulusal kurtuluş savaşlarının doruğunu yaşadığı yıllardır. Özellikle yakın coğrafyamızdaki “milliyetçi sosyalizm” olarak tanımlanan devrimler emperyalizmin bölgedeki çıkarlarına büyük darbeler vuruyordu. Mısır’da 1954’te gerçekleşen Nasır’ın önderlik ettiği ulusal devrim, milliyetçi Arap sosyalizmine model oluşturmaktaydı. Mısır’ı, 1958 ve 1963’te Suriye’deki, arkasından Irak’taki BAAS Devrimi; onları da, Fransız sömürgeciliğine karşı, 1 milyon Cezayirlinin öldüğü uzun-kanlı çarpışmalardan sonra 1962’de gerçekleşen Cezayir Devrimi izledi. Aynı yıllarda Küba Devrimi (1962) gerçekleşti; Uzakdoğu’da Vietnam, Laos, Kamboçya’nın ABD emperyalizmine karşı mücadelesi doruğunu yaşıyordu. Nasır, Tito ve Nehru’nun önderlik ettiği Bloksuzlar Hareketi, dünya siyasetlerini belirlemede önemli bir güç oluşturuyordu.
Bu dönemin ruhunu, Ezilen Dünya’dan yükselen, antiemperyalist/bağımsızlıkçı, toplumcu/kamucu ve aydınlanmacı/laik bir programın ifadesi olarak “milliyetçi sosyalizm”in temsil ettiğini söylemek yanlış olmaz. Emperyalist dünyadakinin aksine Ezilen Dünya halklarının kendi bağımsız ulusal devletlerini kurma pratikleri, milliyetçiliğin devrimci karakterinin ya da devrimci milliyetçiliğin tartışmasız kanıtlarını oluşturuyordu.
1960’larda Doğan Avcıoğlu’nun başında olduğu Yön dergisinin Kemalist ve sosyalistleri kucaklayan “milliyetçi sosyalizm” eksenli yürüttüğü düşünsel faaliyet ve tartışmalar, bu devrimci dünya tablosuna oturmaktadır ve tarihi önemdedir. Dergideki yazılarda Kemalizmin milliyetçilik ilkesine bilinçli bir şekilde sahip çıkılması, 1940 sonrası karşıdevrimci sürece karşı, Kemalist kökleri, ilkeleri yeniden canlandıran devrimci müdahalelerdir.
Yön yazarlarına göre, milliyetçiliğin ilk ve vazgeçilmez şartı, tam bağımsızlıktır. Bu ise Avcıoğlu’na göre toplumsal devrim yolundan geçmektedir. Böylece milliyetçilik toplumsal potada eriyerek gerçek milliyetçilik haline gelecektir.(3) Avcıoğlu milliyetçiliği, iç ve dış kapitalizmin karşısında dikilen insan olarak tanımlamaktadır. Bu tutum, sömürülen ülkelerde milliyetçiliğin yeni bir öz kazanmasından ileri gelmektedir. Bu yeni öz, içerik, Atatürk’ün deyimi ile tam bağımsızlıkçılıktır. Tam bağımsızlıkçılığın, Türkiye gibi azgelişmiş ve bağımlı bir ülkede alacağı biçim, kuşkusuz antiemperyalizmdir. Sonuç olarak 1965’lerde Türk milliyetçisi, “emperyalizme karşı savaşan kişi” olarak en gerçekçi ve doğru tanımına sahiptir.(4)
Yön’ün önemli yazarlarından Niyazi Berkes de, milliyetçilikten yoksun Batıcılığın milli ihanet, Batılılaşmaktan yoksun bir milliyetçiliğin de katmerli bir ihanet ve vatan satıcılığı şeklini aldığını; tek çıkar yolun, Batıcılığı Batı’dan bağımsızlık şekline, milliyetçiliği devrimcilik şekline çevirmek olduğunu vurgulamaktadır.(5)
İlhan Selçuk ise, azgelişmiş ülkelerdeki milliyetçiliğin edebiyat değil, bağımsızlık ve ekonomik kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olduğu, davul zurna çalıp, marş söyleyip, nutuk atarak ve sonra da yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yabancılara peşkeş çekmekle milliyetçilik yapılamayacağı görüşündedir.(6)
Kemalistler ve Bilimsel Sosyalistler dışında, siyasal-kültürel kamplaşmanın halkçı ve laik tarafını temsil eden CHP ise, emperyalist Batı’yla bütünleşme stratejisine -ABD’yle yaşanan bir iki problem dışında- tamamen sadık kalmış, böylece Altı Ok göstermelik, içi boş söylemler manzumesine dönüşmüştür. Bu dönemde merkeze hâkim olan ve “Mülkiye Cuntası” adı verilen, başında Turan Güneş ve Deniz Baykal’ın bulunduğu grup, “Batı demokrasisi”yle bütünleşmeyi amaçlayan sivil toplumcu bir programa sahiptiler. O nedenle Altı Ok yerine, emperyalist sistemin sol ayağını oluşturan Sosyal Demokrasi teorileriyle antiemperyalizmi, yani Kemalist milliyetçiliği terk ettiler ve giderek bu ilkeyi, o da giderek Amerikancı “Yeşil Kuşak” projesi ile bağlantılı “Türk-İslam Sentezi”ne kayan MHP’ye bıraktılar.(7)
- Bilimsel Sosyalistler ve Milliyetçilik
Bilimsel Sosyalistler açısından bu dönem, ABD’nin başını çektiği büyük saldırı ve provokasyon koşullarında, yoğun iç tartışmaların yaşandığı ve 1960’lardaki kısa süreli TİP deneyimi dışında parçalanma eğiliminin ağır bastığı bir dönemdi. Diyebiliriz ki, sol, ulusal değerlerden ve tarihi köklerden uzaklaştıkça ya da tek yanlı, yetersiz ve sığ kavrayışlarla yetindikçe bölünme hızlandı; tersi yöndeki olumlu gelişmeler ise birlik eğilimini güçlendirdi. Bilimsel Sosyalistler, bu süreçte Türk Devrimi’nin bağımsızlıkçı, devrimci milliyetçi, halkçı ve Aydınlanmacı mirasına sahip çıktılar. Sosyalizmle milliyetçiliğin birbirine karşıt değil, aksine Ezilen Dünya ülkelerinde aynı devrimci programın birbirini zorunlu kılan boyutları olduğunu ya da daha özcesi milliyetçiliğin sosyalizm programının temel bir bileşeni olduğunu vurguluyorlardı.
Yön yazarlarından ve sosyalist düşüncenin önemli kişiliklerinden Sadun Aren’e göre, bütün ilkelerin üstünde ve başında yer alan milliyetçilik, “ırk, dil ve din farkı aranmayan Türkiye insanlarının dış aleme karşı mutlak ve pürüzsüz istiklali” demektir. “İçte tek tek hür ve müreffeh insanların dışa karşı hür topluluğu milliyetçiliktir” ve “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” denilen şey budur.(8)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1967’de, Türk solunun Türk Devrimi mirasından koptukça, “yanılgı, yenilgi” ve bölünmenin kaçınılmazlığını döne döne vurguluyordu.“Türkiye’nin en az 40 yıllık yanılgısı ve yenilgisi, milliyetçilik sözcüğünün sosyalizmden başka hiçbir anlama gelemeyeceğinin bir türlü kavranılmak istenmeyişinden doğmuştur”(9) derken bu gerçeği bütün kapsamı ve derinliğiyle ortaya koyuyordu.
Türkiye sosyalizminin 1960’lardaki diğer önder ismi Mihri Belli ise, 1969’da Aydınlık dergisinde yayımlanan “Millet gerçeği” başlıklı makalesinde millet ve milliyetçilik sorununa nasıl baktığını bilimsel ve kapsamlı olarak ele almaktadır. Diyebiliriz ki, Belli’nin bu makaledeki fikirleri, “Milli Demokratik Devrim” veya “Sosyalist Devrim” stratejisini savunan bütün sosyalistlerin ortak bakışını yansıtmaktadır. Mihri Belli, sosyalizm ile uluslaşma arasındaki bağı son derece doğru ve bilimsel olarak şöyle ifade ediyor: “Proletarya, sömürü düzeninin yerini sosyalist düzenin almasından yanadır. Sosyalizm ise ancak bağımsız bir ülkede, uluslaşmış bir toplumda kurulabilir. Sosyalizmin malzemesi, ulusun bireyi özgür vatandaştır. Sosyalizme varmak için demokratik devrimi derinliğine gerçekleştirmek şarttır.”(10)
Mihri Belli, 20. yüzyılın ve günümüzün temel bir hakikati olarak gerçek milliyetçiliğin anlamını, emekçi sınıfların özgürlüğü ve kurtuluşuyla bağını kurarak açıklıyor:
“Bir tarihi kategori olan ulus, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği ve ulusal kültürde birlikten gelme ruhi şekillenme birliğine dayanır. Ulus bu olduğuna göre, gerçek milliyetçi, bütün ulusun malı, ulusal dil uğruna; ulusal üzerinde yaşadığı toprağın bütünlüğünü, o toprağı ancak o ulusun bir bütün olarak tasarrufunu ve ulusal bağımsızlığı kapsayan toprak birliği uğruna; feodal bölünmeye son verilmesi anlamını taşıyan iktisadi yaşantı birliği uğruna; ulusal kültür uğruna; ulusal ruhun, ulusal bilincin tüm ulusça benimsenmesi uğruna mücadele eden kimsedir.
“Kısacası gerçek milliyetçi, ulusal bağımsızlık, gerçek demokrasi, ümmetçiliği ve kozmopolitliği reddeden ulusal kültür uğruna savaşandır.
“Her ne kadar ulus sloganını ilk ileri süren, devrimci çağında burjuvazi olmuşsa da, bugün artık bütün dünyada ulusçuluk bayrağı emekçilerin ellerinde dalgalanmaktadır.
“Ulusçuluk devrimci enternasyonalizmle çelişen bir kavram değildir. Ama ulusçuluk, ulus gerçeğini reddeden kozmopolitizm ile de bağdaşmaz. En derin anlamıyla ulusçuluk, insanı enternasyonalizme götürür. Devrimci anlamıyla enternasyonalizm, insanı ulusçuluğa götürür…”(11)
Bilimsel Sosyalistler, tam bağımsızlıkçı ve ulusalcı duruşlarının gereği olarak, Sovyet revizyonizminden etkilenen dar bir sosyalist çevre dışında, Sovyetler’in 1968 Çekoslovakya işgaliyle somutlaşan sosyal emperyalist siyasetlerine karşı tavır almada da tereddüt etmediler.
- 1970’lerden sonra solda ulusal değerlerden ve Türk Devrimi’nin köklerinden kopma eğilimi
1970’lerden sonra, Kemalist Devrim mirasını reddeden, esas olarak dış devrim modellerinin ve teorilerinin kopyacısı, revizyonist, maceracı bir dalga, solun geçmiş devrimci köklerinden kopmasına yol açtı. Solun paramparça olmasının da önemli bir nedeni olan Kurtuluş Savaşı ve Kemalizmi inkâra, hatta onu faşistlikle suçlamaya kadar varan bu kopuş sonucu Kemalizmin devrimci milliyetçiliği tamamen terk edildiği gibi, yer yer Türk Bayrağı’na ve İstiklal Marşı’na saygısızlık, ulusal değerlere hakaret en hızlı, en keskin “devrimcilik” olarak görüldü.
Bu anti ulusal dalga, bilindiği gibi, 1980’lerden sonra ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben liberal sol ve neosol olarak ABD ve AB emperyalizminin Küreselleşme projesinin uzantısı haline geldi. Yakın zamana kadar liberal Batı demokrasisini ve Avrupa Birlikçiliği, ABD imalatı “insan hakları”cılığı, etnik ve cemaatsal “özgürlük”çülüğü ve çok kültürcülüğü en ileri, özgürlükçü program ve siyaset olarak savundu.
Daha geniş bir tarihsel perspektiften baktığımızda; Yeni Osmanlılarla başlayan Türk Devrimi, Kemalist Devrim’le; ilk defa, Osmanlı’nın 18. yüzyıldan itibaren içine girdiği ve ekonomik, siyasi bütün geleceği dışarıdan, Batılı emperyalistler tarafından belirlenen çöküş ve dağılma sürecini tersine çevirmiş, kendi özgün kimliğiyle bağımsız gelişme yolunu tuttuğu bir tarihsel dönem yakalamıştır. 1920-1945 arasındaki bu dönemin bütün temel kültürel ve siyasi kavramları, stratejileri, kendi özgün ulusal modelimizin rengini taşır. Türk aydını ilk defa her konuda yabancı model ve reçetelere karşı kendi modelini arayıp bulma, üretme özgüvenine ve heyecanına kavuşmuştur.
Sonuç olarak:
Ortaçağı yeniden hortlatan Küresel Karşıdevrimin de gösterdiği gibi uluslaşma, Aydınlanmanın, akılcılığın en üst düzeyde ete kemiğe bürünmesi, somutlaşması demektir. Bilim ve akıl, en devrimci en yaratıcı en insani ve ahlaki ürünlerini, uluslaşma sürecinde, ulusal devlet çatısı altında verdi. O nedenle özellikle Ezilen Dünya’da, emperyalizm ve ortaçağla savaşarak gelişen ve derinleşen uluslaşma ve ulusalcılık ile sosyalizm, ikincisinin birincisini zorunlu olarak içerdiği ve izlediği, temel bir ilişkiye sahiptirler.
Bugün uluslaşma ve ulusalcılık, Yeni Ortaçağ karanlığına karşı yeniden bir Rönesans-Aydınlanma atılımının da kalelerini oluşturuyor. Asalaklaşmanın ve çürümenin son noktasına varan, artık sömürü ve baskıdan öte insanlığı zehirlemeye başlayan emperyalist kapitalizm ayakta kalabilmek için insanlığa karşı en ilkel en gerici silahlara sarılmaktadır. Bu silahlar, yeniden hortlatılıp canlandırılan ortaçağın ideoloji, kültür ve kurumlarıyla oluşturulmaktadır.
Milliyetçiliği sosyalizme bağlayan köprünün en önemli ayakları, Aydınlanmacı akılcılık, laiklik, halkçılık ve kamuculuktur. Sahte milliyetçiliğin, Amerikancı projelerin görevlisi ya da uzantısı rolünü üstlenerek halkçılıktan ve toplumculuktan kopması, 12 Eylül ve sonraki süreçte piyasacı özelleştirmeci programları benimser hale gelmesi rastlantı değildir. Aynı olgular, solun, liberalleşmeyle birlikte eşitlikçi, toplumcu ilkelerden kopmasını, salt özgürlükçülükle yetinmeye koşut olarak ulusalcı/milliyetçi değer ve siyasetlere düşmanlaşmasını de açıklamaktadır.
Son olarak, günümüz Türkiye gerçekliğinde şu denklemi tekrar vurgulamak gerekir: Türkiye’nin bağımsızlığı, bütünlüğü ve Cumhuriyetin kurucu kolonları tehdit altındadır. Bu tehdidi yaratan ABD merkezli emperyalist dayatmalara, bölücülüğe direnmek, vatanı ne pahasına olursa olsun savunmak milliyetçiliğin temel koşuludur. Bunun için kritik görev, hangi kökenden gelirse gelsin bütün vatanseverler, milliyetçiler / ulusalcılar, dış-iç yıkıcı ve bölücü düşmana karşı tek bir Atatürkçü merkezde birleşmek zorundadırlar. Bugün, milliyetçiliğin sahte mi, gerçek mi olduğunun biricik ölçütü budur.
Daha somut ifade edersek, önceki yazılarımda bir kaç kez vurguladığım gibi, vatansever Kemalist ve Sosyalistlerin bağımsız bir kuvvet merkezi yaratmada göstereceği kararlılık tayin edicidir. İçine girdiğimiz seçim sürecinin gösterdiği gibi, dip dalgası olarak okumamız gereken halkın umut, eğilim ve beklentilerinin işaret ettiği, sahte değil, gerçek Atatürkçü bir merkezdir. Vatansever aydınların en temel, hatta öncelikli görevi de, böyle bir merkezi yaratmaktır. Nesnel koşullar hazırdır, sorun öznel koşulları-kuvveti yaratmaktır.
Dipnotlar
(1) Doğu Perinçek, Türkiye’nin Anayasa Birikimi, 1. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s.144-146.
(2) Mümtaz Soysal, Anayasa’ya Giriş, 2. basım, AÜSBF Yayını, Ankara, 1969, s.204’ten akt. Doğu Perinçek, age, s.146-147.
(3) Doğan Avcıoğlu, “Son Söz”, Yön, 30 Haziran 1967, sayı 222, s.3’ten akt. Hikmet Özdemir, Kalkınmada Bir Strateji Arayışı Yön Hareketi, 1 basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1986, s.134.
(4) Doğan Avcıoğlu, “Milliyetçilere Sesleniş”, Yön, 25 Eylül 1964, sayı 49’dan aktaran Hikmet Özdemir, age, s.135.
(5) Niyazi Berkes, “Batıcılık Gericiliktir”, Yön, 23 Nisan 1965, sayı 108, s.8’den akt. Özdemir, age.
(6) İlhan Selçuk, “Milliyetçiliğin Temelleri”, Yön, 29 Ocak 1965, sayı 96, s.3’ten akt. Özdemir, age, s.133.
(7) Bkz. Mehmet Ulusoy, “Kemalizm, Demokrasi ve Sosyal Demokrasi”, Teori, Temmuz 2004, sayı 174.
(8) Sadun Aren, “SBF’de Atatürk”, Yön, 21 Kasım 1962, sayı 49, s.5’ten akt. Hikmet Özdemir, age, s.134.
(9) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’de Sosyalist Konferans İçin”, Sosyalist Gazete Yazıları (1067-1971), Diyalektik Yayınları, İstanbul, 1995, s.82.
(10) Mihri Belli, Yazılar (1965-1970), 1. basım, Sol Yayınları, Ankara, s.290.
(11) Mihri Belli, age, s.307. Mihri Belli aynı makalede büyük Fransız sosyalisti Jean Jaures’in aynı içerikte şu meşhur sözlerine de yer verir: “Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır, enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür”(age, s.292). Şu notu da burada belirtelim: Bu fikirleri savunan Jaures’in şovenizme en ufak bir yakınlığı yoktur; nitekim kendi ülkesi burjuvazisinin savaş bütçesine, yani emperyalist savaşa karşı çıktığı için katledilmiştir.