Çar I. Petro’nun, deniz üssü olarak kurduğu Tagonrog şehrinde doğan Anton Pavloviç Çehov; salt Rusya’nın değil, dünya yazınının da en saygın öykü ve oyun yazarıdır.
29 Ocak 1860 tarihinde, dört çocuklu bir bakkalın ortanca oğlu olarak dünyaya gelen Anton Pavloviç, babasının ticaretten çok dine yönelmesi yüzünden, çocukluğundan itibaren ailesinin geçimini sağlamak zorunda kalmıştır. Küçük Anton’un bu özverisi, eğitiminin uzamasına neden olmasına rağmen, babasını iflas etmekten kurtaramamış; iki çocuğunu Tagonrog’da bırakan aile, borçluların peşlerine düşmesi yüzünden, Moskova’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Abisiyle birlikte lise eğitimine devam eden Anton Pavloviç, hayatını sürdürebilmek için, her işe girip çıkar. Babasının zoruyla din eğitimi alan, kilise korosunda ilahiler söyleyen Çehov, lisede Yunan ve Latin ağırlıklı bir eğitime başlamış, kilisenin hurafelerinden kurtulmuştur.
Çehov araştırmacıları, yazarı derinden etkileyen üç evreden bahsederler: Çocuklukta çekilen acıların oluşturduğu derin izler… Yunan mitolojisinin hayal gücünü besleyerek, klasik edebiyat akımlarının dışına çıkmasını sağlaması… Aldığı tıp eğitiminin, kitaplarında ortaya çıkışı…
Liseyi bitiren iki kardeş, Tagonrog’dan ayrılarak Moskova’ya giderler. Anton Pavloviç tıp okumak istemekte, aradığı desteği ailesinden bulamamaktadır yine. İş başa düştüğünden, hem çalışır, hem de okumaya devam eder. Abisinin önerisiyle, Moskova ve Petersburg’daki çeşitli mizah dergilerine, para kazanmak amacıyla yazılar göndermeye başlar. Yaratı gücü, farklılığı, göze çarpmaktadır. Tıp Fakültesi’ni bitirerek doktorluğa adım attığı 1884 yılında, Bukalemun isimli ilk öykü kitabını yayınlar.
Yayıncısına yazdığı bir mektubunda, şöyle diyecektir sonradan:
“Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam, geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsin, ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten, benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok!”
ÇEHOV’U ANLAMAK
Hayatın hangi alanında olursa olsun, Çehov gibi insanları ortaya çıkaran nedenlere bakıldığında, tarihsel birikimin son noktayı koyacak kişi ya da kişileri aradığı görülür. Çehov’un yaşadığı dönem, başta Avrupa olmak üzere Rusya’da da çözülen feodal yapının, değişen üretim ilişkilerine ayak uyduramadığını göstermektedir. İmparatorluklar çürümüş, dağılmaya başlamıştır. Yönetimler şaşkın, kitleler rahatsızdır. Rusya’daki açlık, köylüleri sokağa, eyleme sürüklemektedir. Artan protestolar, Çar ve kiliseyi daha da tutuculaştırmış, zorbalıktan medet umar hale getirmiştir. Oysa Avrupa’da bilim, dinin prangalarını parçalamış, düşünceler çarpışmaktadır. Endüstri Devrimi, tarihin yeniden yazılmasını zorunlu hale getirirken, yazıcıların boş durması beklenmemelidir. Aydınlanmanın öncüleri yazmakta, her görüş tartışılmaktadır.
Toplumsal acıların içinden geçenler, tarafsız kalamazlar. Çocukluğundan itibaren, emeğin değerini kavrayan Çehov, girip çıktığı işlerde toplumun her kesiminden insanla tanışma fırsatı yakalamıştır. Bu yüzden, yarattığı karakterler, öykü ve oyunlarında rol yapmaz; bütün çıplaklığıyla yaşamaya devam ederler. İster öykülerinde, isterse oyunlarında olsun, dönemsel tipoloji olduğu gibi yansır satırlarına. Asker, aristokrat, mujik, feodal bey… Oyunlarının çoğunda, bir doktor canlanır sahnede; bu karakter, biraz da Çehov’dur. Yaratılan kişiler, sadece yaşadıkları çağın sorunsalını aktarmakla kalmazlar, insanoğlunun varoluşunu da irdelerler.
AVRUPA’DA DOLAŞAN HAYALET
Avrupa’da yakılan aydınlanma meşalesinin ışığı, Rusya’da ortaya çıkan toplumsal dinamiklere de yansımaktadır. Çehov’un duyarlı kişiliği, kimi zaman onu Çar’a muhalefet eden işçi ve köylü eylemlerine destek olmaya, kimi zaman Kremlin’de oturanlar tarafından Rusya’nın Uzakdoğu adası olan Sahalin’e sürgüne gönderilen mahkûmların yanlarına giderek, yaşadıklarına şahitlik etmeye zorlar.
Birçok kez ülkesinin değişik yerlerini dolaşarak, yurttaşlarını anlamaya, sistemi çözümlemeye çalışır. Çehov’un yazınsal evrenselliğinin temelleri, dünyada yaşanan olaylara karşı aldığı tutumla da örtüşmektedir. Yaşanan dönem, burjuvazinin devrimci yükselişine, feodalizmin tasfiyesine ilişkindir.
Avrupa’nın kalemleri, yarattıkları akımlar kadar, yönetimlere karşı sergiledikleri entellektüel duruşla da anılmaya başlanmıştır. Askeri yargının kılıcı, Yahudi olduğu için Yüzbaşı Dreyfus’un tepesinde dolanmaya başladığında; Émile Zola, Fransız devletini karşısına alarak, Suçluyorum başlıklı yazısını, L’Aurore gazetesinde yayınlar. Vatan haini ilan edilmiş, Yahudilere karşı yükselişe geçen şovenizmle birlikte, peşine düşülmüştür. Zola ülkesini terk etmek zorunda kalmış, Londra’ya sığınmıştır, ancak manifestosunda:
“Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak.” diye yazar.
Émile Zola, ülkesine geri dönmüştür dönmesine ama… Oturduğu evin çatısına çıkılarak bacası tıkanmış, sobadan sızan gazla ölüme gönderilmiştir. 1897 yılındaki Dreyfus davasının sürdüğü günlerde, Zola’nın Rusya’dan gelen bir destekçisi vardır: Anton Çehov. Rus aydınının, ülkesinde sergilediği tutum da, Avrupa’dan farklı değildir. Ailesinden devraldığı toprakları köylülere dağıtmak isteyen Tolstoy, kiliseye karşı takındığı görüşleri nedeniyle aforoz edilmiş, ancak halkın gözünde yaşayan bir azize dönüşmüş durumdadır. Birçok yazar ya hapistedir ya da sürgünde. Dünyanın her tarafından, özgürlük türküleri yükselmektedir.
TİYATRODA DEVRİM
Çehov, kısa öykünün kurucusu ve on dokuzuncu yüzyıl tiyatrosunu yenileyen isimdir. Eleştirel gerçekçi tiyatronun en önemli temsilcisinin oyunları, birçok kez aradığı ilgiyi göremez. Yerden yere vurulduğu dönemlerde ara verse de, yeniden oyun yazmaya geri dönecektir. Martı adlı oyunu ilk sahnelendiğinde, gelen eleştiriler üzerine bir daha yazmayacağını söylemesine karşın, ikinci kez sahne aldığında, bu kez övgüyle karşılanır. Bu başarı Vanya Dayı oyunuyla pekişince, Martı, Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi, birbirini izleyecektir.
1887 yılında Alacakaranlık adını verdiği öykü kitabı, Puşkin Ödülü’nü kazanır. Tolstoycu görüşleri benimsemiştir. Malikânesine Melikhov adını vermiş, en verimli çağını sürmektedir. Melihova Dönemi olarak adlandırılan evresinde, evi tüm yazarların uğrak yeri olmuştur. Oyunları, başarıdan başarıya koşmaktadır. Çehov’un temel bakış açısı, sadelik ve gereksiz anlatımlardan uzak durulmasıdır. Çehov, sanata bakışını şöyle özetler: “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlamalı.”
1901 yılında Olga Knipper ile evlenir. Birçok kez Avrupa ve Rusya’yı dolaşarak yazmayı sürdürür. Vereme yakalandığı 1891 yılından itibaren, rahatsızlıklarına yenileri eklenmektedir. Çeşitli hastanelerde tedavi olur, son olarak eşiyle birlikte Almanya’ya gider. Bu Çehov’un son yolcuğu olacaktır; Badenwiller’da iken, 15 Temmuz 1904 tarihinde hayattan ayrılır.
areyildiz@hotmail.com
ANTON ÇEHOV
UNVANLAR KALDIRILDI*
Su taşkınından sonraki günlerden birinde, asteğmenlikten emekli toprak ağası Vıvertov, topoğrafya mühendisi Katavasov’u yurtluğunda ağırlamaktaydı.
Yemeklerini yedikten sonra, sıra günün olaylarını konuşmaya geldi. Katavasov, kentte yaşayan biri olarak Vıvertov’a taze haberler getirmişti. Kolera salgınından, savaştan, hatta pay senetlerinin son günlerde bir kapik değer kazanmamasından söz etti. Vıvertov yeni bir şey işittikçe ah çekiyor, “Demek, öyle ha! Şuna bakın! Vay vay!” gibi sözlerle heyecanını belirtiyordu.
Biraz sonra merak edip sordu:
– Omzunuzda rütbe işareti göremiyorum. Semyon Antipıç. Neden acaba?
Topografya mühendisi hemen yanıt vermedi. Bir süre suskun oturduktan, votkasını yudumladıktan sonra elini salladı.
– Boş verin, canım. Kaldırdılar…
– Demeyin! Nasıl olur? Çoktandır gazete okuduğum yok, o yüzden değişikleri öğrenemiyorum. Yoksa yalnızca sivil bakanlıklarda mı kaldırdılar rütbeleri? Ne dersiniz?
Eğer öyleyse bir bakıma iyi olmuş. Çünkü erler sizleri subaylarla karıştırıp selam veriyorlardı. Bir bakıma da kötü. Neden derseniz, o gösteriş, o soyluluk yok şimdiki giyiminizde.
Topografya mühendisi elini bir daha salladı.
– Aman canım, dış görünüşün ne önemi var? Dereceniz korunsun da, omzunuzda rütbeniz olmuş, olmamış hepsi bir. Ben böyle şeylere aldırmam. Ama size gelince, Pavel Antipıç, hakkınızı yedikleri ortada. Ne denli üzülseniz azdır.
– Nasıl yani? Kimin hakkını yemişler?
– Hani şu rütbenizin hakkı var ya, ondan söz ediyorum. Gerçi asteğmenlik küçük bir rütbe, gene de anayurdun hizmetinde… bir subay… kanını akıtmıştır. Ne diye kaldırırlar unvanları, bilmem ki!
Vıvertov’un beti benzi attı, gözlerini kocaman kocaman açtı, kekeleyerek;
– Durun! Ne söylediğinizi anlamıyorum. Asteğmenliği kim kaldırabilir? dedi.
– Ya! Haberiniz yok, demek ki… Asteğmenliğin kaldırıldığı konusunda bir kararname çıkmıştı, okumadınız mı? Tek asteğmen kalmayacak orduda, böyle bir rütbe yok artık. Görev başındaki asteğmenler teğmenliğe yükseltildi, emekli olanlarsa… Orası belirsiz işte, isteyen istediği gibi anlıyor.
– Ya? Peki, ben neyim öyleyse?
– Tanrı’dan başkası bilemez ne olduğunuzu. Dedim ya, boşluktasınız. Herkesin kendi anlayışına kalmış.
Vıvertov başka bir şey daha sormak istediyse de soramadı. Göğüs boşluğunda bir soğuma hissetti, dizlerinin bağı çözüldü, dili ağzında kaskatı kesildi. O sırada yediği sucuğu çiğneyemez oldu. Topografya mühendisi içini çekti.
– Hiç böyle yapmamalıydılar. Sivil bakanlıklarla ilgili yapılanlar yerindedir bence, ama sizlere dokunmamalıydılar. Yabancı basın buna ne der, bilemem.
– Anlamıyorum, kesinlikle anlamıyorum… Eğer ben şimdi asteğmen değilsem neyim? Hiçbir rütbem kalmadı mı? Bir hiç miyim yani? Söylediklerinize bakılırsa, demek oluyor ki, önüne gelen bana kabalık edebilecek, “sen” diye konuşacak…
– Orasını bilemem artık… Bizi de tren kondüktörü sanıyorlar rütbesiz olunca. Geçenlerde demiryolları bölge amiri yeni usul apoletsiz kaputuyla istasyondan geçiyormuş. Oradan bir general “Kondüktör bey, tren ne zaman kalkacak?” diye sormaz mı? Neredeyse kapışacaklarmış. Görüyorsunuz, kepazelik! Böyle şeyler basına yansımaz, gene de herkes duyar. “Mızrak çuvala sığmaz” dememişler boşuna.
Haberden zihni allak bullak olan Vıvertov bir şey yiyip içemiyordu. Kendine gelebilmek için bir bardak kvas istedi ancak kvası içemedi, boğazında düğümlendi, bardağı geri verdi. Emekli asteğmen, topografya mühendisini uğurladıktan sonra da odalara sığamadı, düşünceler içinde dolaştı durdu. Geceleyin yatağa yattığında da hep içini çekti, düşündü. Bir ara karısı Arina Matveyeva onu dürttü.
– Ne deliler gibi homurdanıp duruyorsun? Şuna bak inlemesi bitmek bilmiyor! Sanki çocuk doğuracak. Belki de söylenenler doğru değildir. Paçavra gibi yayılıp kalacağına, git de başka yerlerden sor soruştur.
– Elinden rütbeni, unvanını alsalar sen de paçavraya dönerdin. Şuna bak, yanımda kütük gibi uzanmış yatıyor! Paçavra kendinsin, anladın mı? Anayurdumuz uğruna kan döken sen değilsin, benim!
Bütün gece gözüne uyku girmeyen Vıvertov ertesi gün doru atını arabaya koştu, haberin doğruluk derecesini öğrenmek üzere yollara düştü. Önce birkaç komşusuna uğrayacak, gerekirse ta Soylular Derneği başkanına çıkacaktı, Ignatyevo kasabasından geçerken vaiz Pafnuti Amalikitianski’ye rastladı. Peder kiliseden evine dönüyor, arkasından yürüyen zangoca elindeki asayı öfkeli öfkeli sallayarak çıkışıyordu:
“Aptalın birisin sen, salak! Bunu böyle bil!”
Vıvertov yaylı arabasından indi, kutsaması için papaza yaklaştı elini öptü.
– Yortunuz kutlu olsun, aziz peder. Ayinden mi geliyorsunuz?
– Evet, sabah ayininden.
– Çok güzel. Göreviniz neyse onu yapıyorsunuz. Sizler ruhban sürüsünü güdersiniz, bizler de elimizden geldiğince toprağı sürer ekeriz. Peder, bugün nişanlarınızı takmamışsınız. Neden?
Aziz peder onu yanıtlayacağı yerde elini salladı, suratını bir karış asarak çekti gitti.
– Nişan takmak yasaklandı, dedi zangoç onun arkasından fısıltıyla.
Öfkeli öfkeli uzaklaşan vaizi gözleriyle izleyen Vıvertov’un uğradığı ilk yer, Binbaşı İjitsa’nın çiftlik evi oldu. Arabası binbaşının avlusuna girerken karşılaştığı görüntü şuydu:
Sırtında sabahlığı, başında Müslüman fesiyle avlunun ortasında dikilen İjitsa yerinde tepinerek öfkeyle elini-kolunu sallıyor; arabacısı Filka ise topallayan bir atı binbaşısının önünde bir ileri bir geri yürütüyordu.
– İt herif! diye bağırıyordu binbaşı. Dolandırıcı! Serseri! Senin gibi hergelelerin cezası ipe çekilmektir! Alçak!
Tam o sırada Vıvertov’u gördü.
– O, hoş gelmişsiniz! Nasılsınız, bakalım? Söyleyin, lütfen, beğendiniz mi şu durumu? Sahtekâr, bir haftadır atın ayağı incinmiş de haber vermiyor. Ben görmesem, kim bilir, zavallının toynağı ne hale gelirdi! Bunlar insan değil, eşek! Böylelerine sopa çekmeyip de kime çekeceksiniz? Soruyorum size, kime çekeceksiniz?
Vıvertov binbaşıya doğru yürüdü.
– Ooo! Atınız çok güzelmiş! Üzüldüm, doğrusu… Peki, binbaşım, niçin bir baytar çağırmıyorsunuz? Bizim köyde bu işten anlayan biri var. Haber gönderin, hemen gelsin, binbaşım.
İjitsa pis pis sırıttı, Vıvertov’u taklit edercesine;
– Binbaşım! Binbaşım! dedi. Şakanın sırası değil şimdi. Ben ayağı incinen atımla uğraşıyorum, siz “binbaşım” diye tutturmuşsunuz.
– O da ne demek oluyor, binbaşım, size başka türlü nasıl hitap edebilirim?
– Ne binbaşısı? Binbaşılık kalktı. Bilmiyor muydunuz yoksa? Aydan mı geldiniz, be kardeşim?
Vıvertov korkuyla İjitsa’ya baktı, kötü bir şeyin önsezisiyle ter basan yüzünü sildi.
– Durun, bir dakika! Ne dediğinizi anlamadım. Binbaşılık önemli bir rütbedir. Siz neler söylüyorsunuz?
– Bir zamanlar öyleydi.
– Nasıl yani? Üstelik sizin buna pek aldırdığınız yok.
Eski binbaşı elini salladı; bir şey olmamışçasına, Filka alçağının atın toynağını nasıl zedelediğini anlatmaya koyuldu. Durumu uzun uzadıya, ayrıntılarıyla açıklıyor, bununla da yetinmeyip, atın zedelenmiş ayağını havaya kaldırarak, bıcılgan yarasıyla, toynağa yapışmış gübre katmanıyla Vıvertov’un burnuna dayıyordu. Ama Vıvertov açıklamalardan bir şey anlamadı, gösterilen şeylere bön bön baktı, sonra ne yaptığının kendi de farkında olmadan İjitsa’ya veda etti, arabasına atladığı gibi oradan uzaklaştı.
– Şimdi dosdoğru başkana! Çabuk sür, kör olası! Yapıştır kırbacı!
Müsteşar rütbesindeki Soylular Derneği başkanı Yagodışev’in yurtluğu pek uzakta değildi. Aradan bir saat bile geçmemişti ki, Vıvertov başkanın çalışma odasında, yerlere kadar eğilerek selam verdi. Kahvesini içerken “Yeni Zaman” gazetesi okuyan başkan, Vıvertov’u görünce başıyla selam verdi, oturması için yer gösterdi.
– Başkan hazretleri! diye başladı eski asteğmen. Size unvanınızla hitap edip kendimi de rütbemle tanıtmak isterdim. Ancak son değişiklikler dolayısıyla nasıl davranacağımı bile…
Başkan Vıvertov’un konuşmasını yarıda kesmişti.
– Bir dakika, saygıdeğer kardeşim. Önce bana “hazretleri” demeyi bırakın. Çok rica edeceğim,
– Ama nasıl olur! Biz küçük rütbeliler size…
– Sorun o değil… Bakın, gazetenin yazdığına göre (parmağıyla yazıyı göstermek istedi, ancak parmağı kâğıdı delerek öbür yandan çıktı) biz müsteşarlara bundan böyle “hazretleri” denmeyecekmiş. Güvenilir kaynaklardan elde etmişler bu bilgiyi. Gördünüz, değil mi. “Hazretleri” onların olsun! Kimseden istemiyoruz, demesinler!
Yagodışev böyle diyerek masadan kalktı, odada cakalı cakalı dolaşmaya başladı.
Vıvertov’un canı çok sıkkındı; derinden bir iç çekti, o sırada elinden şapkası düştü. “Bu iş ta yukarılara tırmandığına göre binbaşıların, asteğmenlerin ne önemi kalır? En iyisi üzerinde fazla durmadan gitmek…” diye düşündü…
O hızla başkanın odasından çıkarken şapkasını düşürdüğü yerde unuttu. İki saat sonra başı çıplak eve geldiğinde sararmış yüzünde bön bir anlatım vardı. Arabasından inerken “Güneşi de yerinden kaldırmışlar mıdır?” diye gökyüzüne baktı. Ondaki bu değişikliği gören karısı Vıvertov’u soru yağmuruna tuttu, ancak adamcağız yalnızca elini sallamakla yetindi. Bir hafta yemedi, içmedi, uyumadı, odasında bir köşeden öbürüne gezinerek hep düşündü. Bu bir haftada suratı zayıflayıp çöktü, bakışları anlamsızlaştı. Ne başkalarıyla konuşuyor, ne de sorulara yanıt veriyordu.
Karısıyla da öyle…
Zavallı Arina Matveyevna’nın onu eski durumuna döndürmek için yapmadığı kalmadı. Kocasına mürver şerbeti içirdi, yiyeceklerine kandil yağı kattı, sıcak tuğlalara oturttu… Ancak hiçbirinin yararı olmadı. Sonunda onunla konuşursa açılır, biraz aklı başına gelir diye peder Pafnuti’yi çağırdılar. Vaiz Vıvertov’la uzun süre uğraştı; dünya işlerinin kötüye değil, iyiye gittiğine onu inandırmaya çalıştıysa da hepsi boş… Bir sonuç elde edemeden, emeğinin karşılığı olan beş rubleyi alarak evinin yolunu tuttu.
Bir hafta sonra Vıvertov’un dili çözüldü, denilebilir. Adam ansızın uşağı İlyuşka’nın üzerine yürüdü.
– Ne diye susuyorsun be it oğlu it? Hadi, benimle alay et, saygısızca davran, bu mahvolmuş adamla “sen” diye konuş! Hadi, daha ne duruyorsun?
Bunları söyledikten sonra ağlamaya başladı, bir haftalık yeni bir suskunluk dönemine girdi. Baktı, olmayacak, Arina Matveyevna kocasından kan almaya karar verdi. Eve çağırdıkları sağlık memuru tam iki tabak kan boşalttı, bunun üzerine Vıvertov sanki biraz rahatladı. Kan alınmasının ertesi günü karısının yatağına yaklaştı.
– Arina, bırakmayacağım bunu onların yanına. Kararımı verdim, anamın ak sütü gibi helal rütbemi sonuna dek savunacağım. Dinle, ne yapacağımı anlatayım sana: Yüksek makamlardan birine dilekçe vereceğim, altına da “asteğmen Vıvertov” diye imzamı basacağım. Anlıyorsun, değil mi, “Asteğmen Vıvertov!” Salt inat olsun diye! Ne derlerse desinler, vız gelir bana!
Bu düşünce Vıvertov’un öylesine hoşuna gitti ki, neşesi geri geldi, iştahı bile açıldı. Şimdi keyifle odadan odaya dolaşıyor, yüzünde alaylı bir gülümsemeyle kendi kendine söyleniyor:
– Asteğmen işte! Asteğmen Vıvertov! Bir diyeceğiniz var mı?
*Anton Çehov, Korkunç Bir Gece, Öykü, Çeviren: Mehmet Özgül, Cumhuriyet Kitapları, Şubat 2000, s: 40-44.